Necip Fazıl Kısakürek’in bilinmeyen makalesi -3
BİZ NE İDİK?
“Cemaatçi, bütüncü dünya görüşümüzden ayrıldığımızdan beri bir sürü kelime çıktı ortaya: Liberalizm, Faşizm, Sosyalizm, Komünizm… Ve gruplar: Sol-sağ… Evvela yanlış bu tabirlerden birini benimsemekle başlıyor. Çünkü Avrupa içtimai yapısının mahsulleridir bunlar… Sınıf ızdırabını yaşamış bir toplumun arayışlarıdır her bir “izm”… Bir sınıfın kendi kusurlarını örterek, bir başka sınıfın yalanına yüklenişidir ideoloji… Eğer biz de böylesine bir içtimai muhiti kabul ediyorsak; Senyörlü, Derebeyli, Köleli, Burjuvalı, Rahipli yani sınıflı bir tarihi, toplum yapısını kabulleniyorsak o zaman sağcı ve ya solcu tabirlerden birini kullanalım. Bizdeki sol Avrupai anlamda soldur. Evet. Çünkü yabancılaşmış insanları bünyesine topluyor. Onları tercüme Marxist eserlerle besliyor. Ama sağ denilen zümre Avrupai anlamda “sağ” değildir. Tamamen yerli, bu toprağın bin yıllık sesini devam ettiren insanlardan: Kapitalist, ırkçı düzenin müdafii insanlara kadar herkes vardır sağ tabirinin içinde… Bu farklara bakarak değerlendirmeleri yapmak lazımdır. Fakat sol kendi dışındaki her harekete “Faşizm” damgasını vurmaktadır. Bu da onun bir Batılı gibi düşündüğünü, Batı toplum yapısı tarihinden başka hiçbir şey bilmediğini gösteriyor. Çünkü kültürü tercüme kültürüdür. Bin yıldan bilebildiği, öğrenebildiği sadece elli yıldır… Dokuz yüz elli yılı bilmez: Çünkü okuyamaz ve anlayamaz. Okumaması ve nefret etmesi için de yapıldı bu memlekette.
O ne bilsin ki; bizde sınıflı bir toplum yapısı olmamıştır. İlk çıkışında köleleri bünyesinde toplamış; köle Bilal’le zengin Ebubekir’i aynı safa getirmiş imanın medeniyetlerinde ne Senyör, ne Derebeyi, ne Rahip, ne de cennet satan kilise vardır. İman Medeniyetinin tarihi: Kişide takvadan öte hiçbir üstünlük tanımayan şerefli insanların tarihidir. İnsanlarda mal-mülk, makam, servet, diploma değil; ilim, hikmet, fazilet, iffet gibi vasıfların kıymet taşıdığı: “Mal sahibi, mülk sahibi, hani bunun ilk sahibi? Mal da yalan mülk de yalan, Var biraz da sen oyalan” diyen şairinin malın ve mülkün bir gaye olamayacağını, ancak insani faziletlerin meydana çıkması için bir imtihan vesilesi olduğunu belirten mısralardaki dünya görüşünü, bu millete yabancılaşanlar ne bilsin? Yaratılmışlar yaratandan ötürü sevilirdi. Aşk-sevgi idi aranan biricik haslet… İnsanları birbirinden ayıran sınıf, ırk v.s. gibi ayrımlar “Cahiliyye -zulüm” adetleri idi. Bir köle ordu komutanlığına, köyden yetişmiş birisi ilmi ve ehliyeti ile Şeyhüi-İslamlığa kadar yükselebiliyordu. Her gün kazanı kaynayan tekkeler, imarethaneler aç, yoksul, misafir bekliyorlardı. “En hayırsız sofra üstüne yoksulun uzanmadığı sofradır” diyordu yüce Peygamberi. “Komşusu açken tok uyuyan bizden değildir” buyuruyordu. Yalnız sözle kalmıyordu bu… Malının zekâtını vermeyenlerin üzerine ordu sevk ediyordu. Devlet bizzat müdahale ediyordu. Dolayısıyla iman yalnız vicdanlarda değil, hayatın içinde yaşıyordu. “Yetim kızları evlendirme, “Hizmetçi kızlara çeyiz” vakfından; “Göçmen kuşların bakımı için kurulan vakıflara” kadar uzanan bir rahmet medeniyeti idi. Ne bilsin son elli yılın nesli bunları?.
BATILILAŞTIKÇA
Evet, insanı kalbi ile kucaklayan bir MEDENİYETE sahiptik. Aynı asırlarda ise Avrupa sınıflı toplum yapısının derin ızdırapları ile inliyordu. (Bak: Bir iman medeniyetinden Batılılaşmaya I-II) Apayrı iki alem, iki dünya görüşü idi Şark ile Garp. İşte Tanzimat, hangi şartlar altında ve hangi sahalarda Batının ilerlediği azmanlaştığına bakmadan bir milleti bürokrasi eliyle Batı Uygarlığına sokmanın adıdır. Bütün dramımız bundan sonra başlar. Cemaatci-bütüncü cemiyetimizin bünyesine Batının ezeli hastalığı “ferdiyetçilik” sokulur. Liberalizm ve onun: “bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler”i yalnız iktisadi bir terim değil aynı zamanda soyguncu, merhametsiz ferdiyetçi Batının formülüdür. Hâlbuki karşısındaki MEDENİYET’İN insanları: “Attığınız her adımın, aldığımız her nefesin hesabını vereceksiniz”. “Allah katına kul hakkı ile gelmeyin.” mukaddes emirlerinin mesuliyeti altında titrerdi. Onun için Emperyalist olamadı… Onun için asırlar sonra Yugoslav planlamacılar…” Hayret edilecek bir noktadır, Osmanlı Devleti Yugoslavya’dan aldığı verginin bir buçuk misli yatırım yapmıştır ülkemize” diye Fransa’daki beynelmilel bir toplantıda söyleyecektir. Olamazlardı. Çünkü o imanın sahiplerinin gayesi dünyayı sömürmek değil Allah’ın adaletini yeryüzünde gerçekleştirmekti. “NİZAMI ALEM”di davaları… Fakat bir avuç yabancılaşmış münevver, Batının gözleri kamaştırıcı uygarlığı karşısında imanlarını kaybettiler. Namusu ile yaşamış bir insanın, eşkıyanın lüks ve sefih hayatına özenerek ahlaki faziletlerinden vaz geçmesine benziyordu bu…”
Görüldüğü gibi makalede bizi “biz” yapan değerler ile bizi “biz” olmaktan çıkaran dalaletler sıralanmış. Bugünkü nesil bu değerlerden o kadar uzak ki; bizim anlayışımızda elbiseniz yamalı olabilirdi ve temiz ise ayıp sayılmazdı. Yırtık libas ise bir alay konusu idi. Şimdi gençlerimizin giydiklerini görünce utanıyorum. Haktan uzaklaşınca Batı nasıl soytarılaştırıyor neslimizi görüyor musunuz? Allahım bu mülevveslikten bizleri koru, vesselam.