• İSTANBUL
  • İMSAK
    00:00
    GÜNEŞ
    00:00
    ÖĞLE
    00:00
    İKİNDİ
    00:00
    AKŞAM
    00:00
    YATSI
    00:00
  • 0.0
  • 0.0
  • 0.0
Yavuz Bahadıroğlu
Yavuz Bahadıroğlu
TÜM YAZILARI

Yine şu “Kıraathâne” meselesi

23 Haziran 2018
A


Yavuz Bahadıroğlu İletişim: [email protected]

Bir süre önce Sayın Cumhurbaşkanımız “Millet Kıraathâneleri kuracağız” deyince, rakipleri “kıraathâne”yi “kahvehâne” olarak anlamışlar ve “Erdoğan kahvehane kuruyor, biz fabrika kuracağız!” şeklinde polemik konusu yapmışlardı. 

Bu yaklaşım iki açıdan arızalıdır:

Modern devletin görevleri arasında fabrika kurmak yoktur. Bu konuda devlet özel söktürün önünü açar, fabrika kurmasını sağlar. “Devlet fabrikası” kavramı, devletçiliği esas alan eski dönemin kalıntısıdır.

Kıraathâne başka, kahvehane başkadır: Kıraathâne öğrenme, şarj olma, dolma yeri”, kahvehâne ise “vakit öldürme, tükenme ve tüketme yeri”dir!

İkranın anlamını bilmeseler bile “kıraat”ı bilmeliydiler.Çünkü bu kelime TDK sayesinde öldürüleli çok olmadı. Benim ilkokul birinci sınıfta okuduğum iki kitaptan birinin adı “Kıraat”tı.

Anlayacakları dilden konuşalım: Eski İstanbul’da gönül dostları ve meslektaşlar kıraathânelerde buluşur, kimi lokumlu-bol köpüklü, kimi kaymaklı sâde Türk kahvesi eşliğinde kimi zaman kitap okur, kimi zaman derin ve anlamlı sohbetin tadına varırlardı…

Devr-i iktidarında CHP de benzer işlevler görmesi için “Halkevler” kurmuştu, fakat tutunamadı, çünkü milleti farklı bir kıbleye yönlendirmeye çalışmıştı. 

Kıraathanede asıl amaç çay-kahve içmek değil, nezih bir ortamda kitap okumak (eski kıraathânelerden bazıları sadece kültürlü insanların devam ettiği mekânlardı) ve “sohbet” etmekti. Bu yüzden; “Gönül ne kahve ister, ne kahvehane/ Gönül sohbet ister, kahve bahane” sözü darbımesel olmuştur.

Eskiden medrese müderrisleri, saray çalışanları, şairler, yazarlar, filozoflar kıraathânede mola vermeden evlerinin yolunu tutmazlardı. 

Hatta mahalle esnafı, “besmele” ile dükkânlarını kapattıktan sonra, “iki satır okumak” ya da “iki lâfın belini kırmak” için kıraathâneye uğrar, uğramışken gün içinde mahallede olup bitenleri konuşur, her olumsuzluğu tartışır, tedbirler düşünür, ertesi gün yine “besmele” ile dükkânlarını açmak üzere vedalaşıp ayrılırlardı.

Bazen söz sözü açar, ortaya ilginç bir sohbet çıkar, kıraathânede sabahlandığı olurdu.

Kıraathânelerde çay ve kahve eşliğinde yapılan sohbetler doyumsuzdu: Eşraf masanın etrafında halka olur, gençler dış halkayı oluşturur, konuşulanlardan “feyiz” (kültürel gelişmeyi de kapsayan manevi haz, mutluluk, iç huzuru) almaya çalışırlardı.

Kıraathânelerin bir de “kitap” bölümü vardı ki, orada günün her saatinde kitap okuyucusuna rastlamak mümkündü. Köylerde ise okuma bilen biri kitap okur, diğerleri can kulağıyla dinlerdi.

Kısacası kıraathâneler, yirminci yüzyıl ortalarına kadar İlim-irfan merkezleri” gibiydi. Edebiyatçılar, düşünürler, bilim adamları da kahvehaneye gider, fikir ve düşüncelerini paylaşırlardı. 

İstanbul’un en meşhur kıraathâneleri Beyoğlu, Bayezid, Şehzadebaşı ve Babıâli’deydi. Küllük (Bayezid’de), İkbal (Nuruosmaniye’de) ve Meserret (Babıâli’de) gibi kıraathanelere ben de yetiştim.

Ahmet Hamdi Tanpınar, Rıfat Ilgaz, Abidin Dino, Peyami Safa, Neyzen Tevfik, İlhan Berk,  Orhan Veli, Cahit Sıtkı, Reşat Nuri, Abdülbaki Gölpınarlı, Necip Fazıl, Tarık Buğra, Faruk Nafiz ve Ahmet Kabaklı gibi dönemin tanınmış isimleri, şair ve yazarları sık sık buraya gelip sohbet ederler (sadece bazılarına yetiştim), edebiyatın yanı sıra ülke meselelerini de tartışırlardı (eskiden cami sohbethanelerinde yapılan sohbetlerin yerini, benim gençlik yıllarımda kıraathâne sohbetleri almıştı).

Bu sohbetlerin vazgeçilmezi çay ve kahve idi. Bazen kahveye, bazen çaya övgüler düzer, “Ehl-i keyfin keyfini ne tazeler?/ Taze elden, taze pişmiş, taze kahve tazeler”, veya; “Çay bardakta dîde-efrûz olmalı/ Lebrîz ü lebreng ü lebsûz olmalı” gibi, anlamlı mısralar döktürürlerdi. Buna “çay içmenin şerait-i selasesi”, yani üç şartı denirdi. 

Anlamı: “Çay, tortusuz gözyaşı berraklığında, dudak renginde, dudak sıcaklığında olmalı”…

Buna bir de “leb-sâz olmalı” diye ekleme yaparak şartları dörde çıkaranlar vardı ki, “leb-sâz”, “ağızda hafif buruk bir tat” anlamına gelirdi.

“Kıraathâne”ye yeniden dönüş, o eski tadı verir mi, bilmiyorum.

İstanbul’un meşhur kıraathânelerinden daha sonraki bir yazımızda bahsederiz inşallah…

 

x

WhatsApp İhbar Hattı

+90 (553) 313 94 23