Vakıf kültürümüz
Osmanlı toplumu, sözün tam mânâsıyla bir “sevgi, şefkat ve yardım toplumu”ydu. Devlet, “Hayat ve Hayrat Devleti”, insan “hayır ve hasenat insanı”ydı.
Zaman içinde “yardımlaşma” anlayışı sistemleşip vakfiyelere dönüştü. Ve tüm devlet ve millet, neredeyse “vakıf devlet”, “vakıf millet” haline geldi.
Borçtan dolayı cezaevine düşen birinin borçlarını mahalleli ödemek suretiyle onu kurtarıyor, kışın kömürsüz kalanlara ismi meçhul bir zengin kömür gönderiyor, mahalle bakkalının borç defteri, belli bir sayfadan belli bir sayfaya kadar ödeniyordu... Ve bu hayır sahipleri kendilerini özenle gizliyorlardı.
Şefkat yalnızca insandan insana yönelik değildi, bitkiler ve hayvanlar dahi, tüm hayatı kapsamıştı. Buna çok şaşıran Avrupalı gezginlerden Elisee Recus’u dinliyoruz:
“Osmanlılardaki iyilik duygusu hayvanları dahi kucaklamıştır. Birçok köyde eşekler haftada iki gün izinli sayılır... Türklerle Rumların karışık olarak yaşadığı köylerde ise bir evin hangi tarafa ait olduğunu kolaylıkla anlayabilirsiniz. Eğer evin bacasında leylekler yuva yapmışsa bilin ki o ev bir Türk evidir.” (Küçük Asya. c. 9).
Gezgin Guer başka bir örnek veriyor: “Hayvanları beslemek için vakıflar ve ücretli adamları vardır. Bu adamlar sokak başlarında sahipsiz köpeklere ve kedilere et dağıtırlar... Sokaktaki ağaçların kuraklıktan kurumasını önlemek için bir fakire para verip sulatacak kadar kaçık Müslümanlara bile rastlamak mümkündür...”
Başta zekât-fitre olmak üzere, yaygın yardım kurumları toplumsal barışın da dinamosuydu. Bunu yitirince barışı da yitirdik. Özelliklerimiz, güzelliklerimiz gitgide kayboldu. Bugün avuç açana “Allah versin” deyip geçiyoruz. Fakir öğrencinin eğitim masraflarını üstlenmesini ya da cezaevinden kitap talep eden mahkûmlara kitap göndermesini istediğimiz bazı zenginlerimiz, yeteri kadar yardım yaptığını söyleyip geri çekiliyor.
Oysa biz, şefkati hayatın tüm alanlarına yaymış bir ecdadın çocuklarıyız. Hem dini, hem de milli kültürümüzün temelinde “eşref-i mahlukat” olarak “insan” var…
İnsan merkezli olarak eğitilen Osmanlı insanı din, dil, renk, ırk farkı gözetmeksizin insanlara hizmeti ibadet telakki etmiş, “İnsanların en hayırlısı, insanlara faydalı olandır” prensibi içinde, hayırda yarışmış, bu ulvi ve külli yarışın bir sonucu olarak da, büyük hayır müesseseleri (vakıflar) vücuda getirmiştir.
Osmanlı’da vakıf müesseselerin bolluğu ve yaygınlığı, hayırda yarışın ne denli büyük bir toplumsal heyecan dalgaları oluşturduğunu gösteriyor.
Rahatlıkla diyebiliriz ki, Osmanlı insanı, “İnsanların en hayırlısı insanlara faydalı olan, malın en hayırlısı Allah yolunda harcanan, Allah yolunda harcananın da en hayırlısı halkın en çok ihtiyaç duyduğu şeyi karşılayandır” anlayışı çerçevesinde, hayatını yaradılış hikmetine hizmete vakfetmişti.
Devlet, insanının bu ulvi çabasından öylesine etkilendi ki, (belki birazcık abartıyorum) bizatihi kendisi devasa bir vakfa dönüşüp din, dil, renk, ırk, kıyafet faklı gözetmeksizin, tüm gücünü, yönettiği insanların hizmetine sundu. Çünkü insan hayatın merkeziydi: Bediüzzaman’ın deyişiyle, “Kainat hayata, hayat insana bakar.” Vakıf anlayışı ise insana (ve tabii ki hayata) duyulan sevgi ve saygının kurumlaşmış halidir.
Böyle müesseseler düşünebilmek için, insanın yaradılış hikmetini kavraması gerekir. İnsanın yaradılış hikmetini en iyi anlatan kitap Kur’an olduğuna göre, insana hizmeti pek tabii Müslümanlar kurumlaştıracaklardı. Böylece “vakıf” fikri ilk Müslüman yüreklerde doğdu ve kısa sürede gelişip yaygınlaştı.
Bir kişinin malını-mülkünü hiç tanımadığı insanların hizmetine sunması, insanı tüm teferruatı ve kıymetiyle kavramasıyla ancak mümkün olabilir! Yani insan böyle bir inceliği gösterebilmek için, “insan” denen varlığı ruh ve madde olarak idrak etmelidir. Belli ki ceddimiz, “insan” denen mükemmelliği bütün hikmetiyle kavramıştı...
Öyleyse şunu rahatlıkla söyleyebiliriz ki, “vakıf”, sevginin öteki adı olmanın yanı sıra, “İnsan”ı kavrayan “hikmet”in de tâ kendisidir: Zaten de bu yüzden “Müslüman”dır.
Belli ki, insanı idrak etme mahareti, Osmanlı insanında mevcuttu. Bu yüzden yirmi altı binden fazla vakıf kurdular. Bunlardan bazıları hayvanlara ve bitkilere yöneliktir ki, ortaçağda böyle bir çevre bilincinin oluşmasını takdirle anmak lâzımdır.