Yılbaşı sonrası düşünceler
Peygamber Efendimizin, bir Müslümanın hiç kimseye benzemeyeceği ve bir Müslümanın taklit eden olmayacağını “Kim bir kavme benzerse, onlardandır” hadisiyle beyan etmesi, şuurlu Müslümanları teyakkuza sevk etmiştir. ‘Aman ha dikkat edin, Yılbaşı ve Noel kutlamalarından uzak durun, Hıristiyanlara benzemeyin!’ yalvarışlarını, çırpınışlarını, Müslümanların sergilediği savunmacı tavrı da (bu manada) anlayışla karşılamak gerekiyor.
Her yılbaşı öncesi ve sonrası; bize dayatılan, bir hayata direnen ve sürünenleriyle hep münakaşa konusu olmuştur. Yine tam bir “cinnet toplumu” manzarasına katlandık.
Vahşetin-dehşetin-tehlikenin adı yine “uygarlık-çağdaşlık-modernlik” olarak kondu.
Kültürden, inançtan, düşünceden kaçanlar, yılbaşı şemsiyesi altında toplandı.
Eğlence, içki, kumar, çılgınlık, her türlü rezalet yılbaşı adına yapıldı.
Beyinler uyuştu, ruhlar iğdiş edildi, ne yaptığını bilemeyen komada bir insanlık dramı yaşandı. Rehabilite edilmesi gereken hasta bir toplum fotoğrafıydı o gecede yaşananlar. Cinnet toplumu; taklit edenin, edilenden daha beter duruma düşüşünün resmi. Hiçbir şuurlu direnç göstermeden yapılanları kabulleniş, teslim oluş, rezilleşme özgürlüğü! Kendi kendinin hem zalimi, hem mazlumu olan bir toplum. Hakikaten hiçbir şey insan kadar yükselemiyor, onun kadar da alçalamıyor. Bazı insani çöküşler, hayvanda bile görülmüyor, bazı insani yükselişlere melekler bile erişemiyor.
TV-bilgisayar-internet-magazin ağı insanımızı abluka altına aldı. Zihnimiz işgal altında. Bunu yılbaşı vesilesiyle daha net görebiliyoruz. Kimlik bunalımımız, ‘varlık bunalımı’na dönüştü. Ömrümden bir yıl daha gitti. Ne yaptım bu yılda, neler başıma geldi, kimler öldü, kimler kaldı? Hastalıklar, kazalar, belalar, depremler, buna maruz kalan insanlar, onların ızdırabı, hassasiyetleri, vs. Bu hayatın mânâsı ne? O mânâya uygun yaşıyor muyum? Sorumluluğumun idraki içinde miyim? Terör belasını, verdiğimiz şehitleri, bu soğukta aç-susuz ayakta kalmak için boğuşanları, yetim ve öksüzleri, ‘huzur evleri’ne terk edilmiş yaşlıları, kapı yolu gözleyen, kapısını vuracak bir ‘himmet eli’ bekleyen nice çaresiz hastaları, yoksulları, yalnızları, kimsesizleri bu vesileyle düşünemez miyiz? Farkında olmadığımız nimetleri, maddi-manevi imkanlarımızı paylaşamaz mıyız?
Hassasiyetlerimizi kaybedince her şeyi normal görür hale geldik. Alıştık alıştırıldık. Işıltılı-pırıltılı neonların, süslerin arkasında, temelinde fikri-zihni sıkıntı var. Mesele kimlik, kişilik, şahsiyet meselesi. Milletin bünyesine uymayan inkılaplar, dini hayatı-şifahi kültürü hiç kaale almayan masa başı insan mühendislikleri, zulümler, işkenceler, idamlar. Kılık-kıyafetten, oturup kalkmaya, yiyip-içmeden ev döşemesine varıncaya kadar taklit edilen, dayatılan batıcı hayat tarzı. Bunlara aydınlarımızın halktan kopuk, fildişi kulede yaşayışını da ekleyebilirsiniz.
Sakin düşünemiyor, normalleşemiyoruz. Peşin hükümlerden, ideolojik bakışlardan, ‘ne derler?’ baskılarından kurtulamıyoruz? Makul, mutedil, ölçülü ve dengeli bir bakışla meseleleri izaha yanaşmıyoruz. Mesela, balolar, danslar, güzellik yarışmaları, eğlence merasimleri vs. İnançlı insanların bu yapılanlara direnişi. Bazen içine kapanıp sessiz, sakin ağlayışı, bazen de bireysel-toplumsal ve devlet saldırılarına karşı ‘sosyal birliktelik’ arayışları. Cemaat, vakıf, dernek marifetiyle mukavemet göstermeye çalışıp kaygan zeminde ayakta durmaya çalışmalar. İmanlarından kaynaklanan hassasiyetlerini, temkin, tedbir ve ihtiyat içinde hareket etmelerini sağlayacak zemin arayışları. Sonuçta bu millet; bünyeye uymayanı kabullenemedi. Meselâ medeniliğin simgesi gibi görülen kravata bile ‘medeniyet yuları’ demedi mi? Küreselleşme-yozlaşma-dünyevîleşmeyle herkesi aynı yapmaya çalışan dünyada farklı olma, özüne-kendine dönme mücadelesi vermedi mi? Bir ayrıcalık bir güzellik sergilemeye çalışmadı mı? Şahsiyetli olmayı sürü olmaya tercih etmedi mi?
Kimlik meselesinde hassasiyet gösteren hocalarımızın yakasız gömleği tercihleri, bazı cemaat mensuplarının sarık cübbe giyimindeki ısrarı. Eski İstanbul beyefendilerinin klasik elbise-gömlek-kravat üçlüsünü benimsemeleri, vs. hep kimlik-kişilik-şahsiyet görüntüsüne (mesajına) duyulan hasret ve ihtiyacın tezahürü değil mi? Bunlar özgüvenin yansıması olarak kabul edilemez mi? Ben de lise talebeliğim döneminde, kışın paltomun üzerine başıma kalpak giyiyordum. Kalpak, paltomun ‘mütemmim cüzü’ gibiydi. Umrede giydiğim beyaz uzun entarimin, onunla kıldığım namazlarımın hayatımda ve hafızamda çağrıştırdığı yeri ayrıdır. Peygamberimiz niçin Medine’de saçlarını ikiye ayırmış ve bunu teşvik etmişti? Mekke’de bunun aksini yapıp saçlarını yana ayırmıştı? Medine’de saçlar, hâkim kültürün temsilcileri olan Yahudilerin saç modellerinden farklı, Mekke müşriklerinin saç modellerinden farklıydı. Burada ortak amaç, Peygamberimizin Müslümanlarla gayri Müslimlerin birlikte yaşadığı toplumda ‘kimlik bilinci’ geliştirmesiydi. Kendi değerlerine güveni olan her toplumda olduğu gibi, yeni oluşturduğu Müslüman toplumun üyelerinin birbirini tanıyacağı ‘kültür kodları’nı tespit etmekti. Kimlik kaybının önüne geçmek, şahsiyeti korumaktı. Bu ve benzeri uygulama, itina, dikkat ve hassasiyet Müslüman toplumun ‘taklitçi’ bir toplum olmaması gerektiği sonucundandı. Zaten dine soğuk bakanlar da başka bir ‘kimlik bilinci’ne aidiyetlerinden dolayı hırçın ve tahammülsüz hareket etmekten kendilerini kurtaramadılar. Başörtüye fikri ve fiili saldırılarını, 28 Şubat sürecinde yaşadıklarımızı hatırlamamız yeter. Bir de bunlara utanmaz bir yüz eklendi.
Diyanet’in 4-6 yaş arası Kur’ân Kurslarına ve eğitimine saldırması; ne kendi değerlerinden haberi var ne de Batı’dan? Batı’da anaokulundan itibaren çocuklara bütün bu kavramların hem de kiliselerde öğretildiğini bile bilmeyen bu adam milletin vekili. Milletinin inancına bile yabancı. Diyanet’in okul öncesi eğitimi için ‘Ortaçağ zihniyeti’ diyen adamın yüzüne tükürmek, dinimize yaptığı hakaret eden dilini koparmak lazım. Çağın dışındaki bu ortaçağ kafasına, din/diyanet düşmanlarına bu vatan teslim edilir mi?
Görüyorsunuz mesele yılbaşı meselesi değil. Mesele; özümüze dönme meselesi!