II. Abdülhamid hakkında Türkçü görüş: Gök Sultan!-3
İttihatçı ve Ermenilerin II. Abdülhamid Han’a karşı söylediği “Kahrolsun istibdat; hürriyet, müsâvât, uhuvvet” sloganını günümüze taşıyarak ve siyâsî rakîbi R. Tayyip Erdoğan’la II. Abdülhamid Han’ı eşleştirerek II. Abdülhamid Han’a da karşı olduğunu ihsâs ettiren, milliyetçilik-Türkçülükte iddialı hanım siyâsetçi ile Türkçülüğün fikir babası Nihal Atsız’ın II. Abdülhamid mevzûunda çok farklı fikirlere sâhip olduklarını Nihal Atsız’ın “Abdülhamid Han (=Gök Sultan)” başlıklı yazısı üzerinden göstermeye çalışıyorduk.
Nihal Atsız’ın mezkûr yazısını okumaya devâm ediyoruz:
(…)
Şimdi, bu kadar büyük bir dâvânın karşısında, Peyami Safa’nın ileri sürdüğü İsmail Safa’nın sürgün edilmesi gibi hâdiselerin ne ehemmiyeti vardır? İsmail Safa ne istiyordu? Oğlunun iddiasına göre hürriyet! Yani meşrutiyet, serbest seçim. Yani bir alay Arap, Arnavut, Ermeni, Rum, Bulgar, Yahudi ve Sırp’ın Türkiye’nin kaderi hakkında söz sahibi olması… Şimdi akıl, vicdan ve millî şuur sahibi olarak düşünelim: Böyle bir sonuca razı olunabilir mi?
Sultan Hamid, sürgün ettiklerine aylık da bağladığına göre, Anadolu’nun en sağlam havalı yerlerinden biri bulunduğu, ahalisinin dinç ve gürbüz yapısı ile belli olan Sivas’ta İsmail Safa’nın ölmesi Sultan Hamid’in kabahatı mıdır? Verem olan İsmail Safa, İstanbul’da kalsa ölmeyecek miydi?
Babasına karşı beslediği sevgi dolayısıyla, Peyami Safa’nın bazı özel düşünceleri olması tabiîdir. Fakat her gün binlerce kişiye seslenen bir yazarın, Sultan Hamid gibi büyük bir padişahı, Osmanlı sultanlarının en cahili ve kanlısı diye göstermeye kalkması, doğru mudur?
“Bu dünyada herkes birçok şeyin cahilidir. Yeter ki kendi işinin cahili olmasın.”1 Kendi işinin ehli olduğunu bin bir delille ispat etmiş bulunan Sultan Hamid ise asla cahil değildir. Onun bir yüksek okul ve hattâ lise diploması yoktu. Fakat özel öğretmenlerle hayattan ve içinde yetiştiği büyük ve muhteşem hanedandan çok cevherli şeyler öğrenmişti. Ressam, hatta musikişinas idi. Doğu ve batı dillerinden bazılarını biliyordu. Kurduğu çok değerli Yıldız Kütüphanesi, bugün, Üniversite Kütüphanesinin temelini teşkil etmektedir. Beyazıt Umumî Kütüphanesi’ni yine o kurdu. Yani Sultan Hamid, Türk kültürüne kütüphane kurarak, pek çok okul açarak ve ilmî eserler yazdırarak hizmet etti.
Onun kaatil olduğu yalan, kızıl sultan olduğu iftiradır. Avrupalıların ve Ermenilerin ona yakıştırdığı kızıl sultanlığı benimsemek, onların emellerine hizmet etmek olmaz mı?
Sultan Hamid, kızıl değil, “Gök Sultan”dır. Herkeste bulunması mümkün ufak tefek kusurlarını şişirip erdemlerini inkâr etmekle ne Türk tarihi, ne de Türk milleti bir şey kazanır. İsmail Safa, İngiliz-Boer savaşında, İngilizlerin bu başarısını, onların elçiliklerine giderek tebrik ettiği için, Sultan Hamid tarafından, haklı olarak, sürgün edilmiştir. Belki İsmail Safa, o zaman, İngilizlerin nasıl bir Türk ve Müslüman düşmanı olduğunu bilmiyordu. Fakat, geniş haber alma imkânları ile her şeyi bilen Sultan Hamid, memleket aydınlarının düşman elçilikleriyle temasına müsaade edemezdi.
Şimdi insafla düşünülsün: Hiçbir sebep yokken, sırf yurtlarındaki elmas madenlerini zaptetmek için, bir avuç Boer’e büyük ordularla saldıran İngiltere’yi tebrik etmek hangi hürriyetçilik anlayışının sonucudur?
O günkü İngiltere’yi Boer’leri yendi diye tebrik etmekle, bugünkü Moskofları Finlere karşı başarılarından dolayı alkışlamak arasında ne fark vardır?
Merhum Gök Sultan Abdülhamid Han, bütün hayatında bir fikir, devleti ayakta tutmak ve hazırlanmak için yaşadı. Siyasî dehası ile Avrupa’yı ve Moskof’u oyalıyor, bir yandan da demiryolu ve okul ile Türk milletini kuvvetlendirmeye çalışıyordu.
Sultan Hamid ile onun düşmanları olan hürriyetçileri ölçüştürmek için, yalnız şu noktaya bakmak yeter: Hürriyet kahramanları(!), hürriyeti yok edip yüzlerce masumu astırdıktan sonra, savaşa soktukları devlet yenilince, hırsızlar gibi kaçtılar. Gök Sultan, bir tek siyasî idam yapmadan, en korkunç siyasî güçlükleri atlatarak 33 yıllık saltanatında devleti ayakta tuttuktan sonra tahtından indirilirken, Moskof çarının Rusya’ya davetini; Selanik’ten Alman gemisiyle İstanbul’a gelirken de Alman İmparatorunun davetini reddederek vatanında bir sürgün ve mahpus gibi yaşamayı tercih etti.
Türkiye, dört sınırında yangınlar olan bir ev, Sultan Hamid, o yangınların eve bulaşmaması için hızla koşarak ateşe su serpen, kum döken ve keçe kapatan bir savunucu idi. Bu koşuşmaları sırasında yoluna çıkan bir iki çocuğa çarpıp düşürdüyse, suç onun değildir. Çünkü, yurdun çevresindeki yangınlar göğe yükseliyor ve Gök Sultan, alevleri içeri sokmamak için didiniyordu.
Ve sokmadı da…
Ne diyelim? Durağı cennet olsun…
(Ocak, 11. sayı, 11 Mayıs 1956)
1Bu güzel söz, Sultan Hamid’in küçük oğlu Mehmed Âbid Efendi’ye aittir. Âbid Efendi 17 Eylül 1905’te İstanbul’da doğup, 8 Aralık 1973’te Beyrut’ta ölmüş, Şam’da Selimiye haziresine gömülmüştür.
(Nihal Atsız, Türk Tarihinde Meseleler, Ötüken Yayınevi, İstanbul, 2021, s. 112-114)
Yazı burada bitti. Böylece bu üç bölümde yazının tamâmını noktası-virgülüne bile dokunmadan paylaşmış oldum.
Yazıyı günümüzü de aklımızda tutarak okuduğumuzda, hanım siyâsetçinin II. Abdülhamid-Erdoğan benzetmesinin -onun kastının tersine- ne kadar yerinde olduğunu da görüyoruz. Düşmanları da aynı -pek fazla olmayan- dostları da. Târîh tekerrür ediyor.