Yalnızlık dehanın kaderi mi?
Yalnızlık dehanın kaderi mi?
AHMET CAN KARAHASANOĞLU
Deha, insanın toplumla kurduğu çelişkili ilişkilerin en zarif ve acılı temsilcisidir. O, çoğunluğun kabulüne uymayan ve zamanın dayattığı sınırlarla var olmaktan çok uzak, kendi hakikatini arayan bir figürdür.
Kendisini dış dünyadan izole eden ve bu yüzden toplumun gözünde “deli” olarak etiketlenen deha, belki de tüm insanlık tarihinin en derin yarasına dokunur. Bir yanda kolektif bilinç, diğer yanda şahsi gerçeklik; işte bu karşıtlık, dehanın yolculuğunun her adımında yankı bulur.
Deha, kendi ruhunun derinliklerine dalarken, çoğu zaman toplumun beklediği şekle girmeyen, tuhaf ve yalnız bir yol izler. Yalnızlık, bazen bir özgürlük müjdecisi gibi gelir, bazen de dayanılmaz bir yük. Kendi varoluşunun sorularıyla baş başa kalan, dış dünyanın sıradanlığına gözleriyle baktığında bir yabancı gibi hisseder. Kalabalıkların arasında kendi sessizliğini bir takı gibi taşır. İçindeki düşüncelerin yoğunluğuyla, dış dünyanın gürültüsü arasında sıkışıp kalır. Ve işte bu noktada, deha bir trajediye dönüşür. Hem kendisi için, hem de çevresi için… Çünkü o, hem başkalarına hem de kendisine ait olmayan bir dünyada var olmaya çalışır.
Dünya edebiyatı, bu gerilimi, bu yalnızlık temasını işleyen sayısız örnekle doludur. Hermann Hesse’nin “Bozkır Kurdu”ndaki Harry Haller, dış dünyanın dayattığı değerlere yabancılaşmış, entelektüel yalnızlık içinde kendi kimliğini arayan bir adamdır. Toplumun görünmeyen parmakları tarafından bir “bozkır kurdu” olarak etiketlenir. Kalabalığın yaşamına, bakış açısına ve dünyasına ait değildir. Albert Camus’un “Yabancı”sındaki Meursault da bir başka örnektir. Onun dünyası, toplumun kodlarına uymaz; bu yüzden, o da “yabancı” olarak yargılanır. İkisi de, ruhi bir boşluğun içindeki yalnızlıklarını, toplumla olan uyumsuzluklarını dile getirirler. Biri, düşüncelerinin derinliklerinde kaybolur; diğeri ise duygu eksenli bir yabancılaşmayı yaşar. Ama hepsi, bu yalnızlığın ve dışlanmışlığın acısını bir şekilde çekerler.
Franz Kafka’nın “Dönüşüm” adlı eserinde, Gregor Samsa bir sabah uyanıp böceğe dönüşür ve dünyası yavaşça çöker. Ailesi ve toplum tarafından dışlanır, küçümsenir. Samsa’nın dönüşümü, yalnızlık ve yabancılaşma duygusunu derinleştirir; dış dünyanın yabancılaşmasını bir kat daha arttırır. Dışlanmışlık, dönüşümün sadece bedensel değil, ruhi izini de bırakır.
Bir başka yolculuk, doğuda başlar. Siddhartha Gautama, sarayın altın kafesinde doğmuş, ancak insanlık arzusunun ötesine geçmek, gerçeği aramak için şatafatlı hayatı terk etmiştir. Bu da, toplumun sunduğu yaşamı “delilik” olarak kabul eder ve kendi iç yolculuğuna çıkarak aydınlanmaya ulaşır. Yolculuğu, sadece maddi dünyadan bir ayrılma değil, aynı zamanda ruhi bir devrimdir. Aydınlanma, onun için, sıradan hayatın ötesine geçip toplumun aldatıcı rutinini delik deşik ederek başlar.
Gerçeklik, yalnızca ruhun derinliklerinde, sessizliğin içinde bulunabilir.
Bahse konu karakterlerin ortak noktası yalnızlıkla toplumu aşmalarıdır. Bu aşkınlıkta ruhi hesaplaşmayla da yüzleşme vardır.
Deha, dış dünyanın normlarına ve içsel çağrısına kulak verirken, çoğu zaman deliliğin eşiğinde yürür. O, kalabalığın içinde yalnızdır; kimse onu anlamaz, kimse ona ait olamaz. İşte bu yalnızlık, belki de en derin hakikati keşfetme yolunun başlangıcıdır. Yalnızlık, külfet değil, aydınlanma yolculuğudur. Hem ruhani bir özgürlük hem de içtimai bir yabancılaşma taşır. Nietzsche ‘deha, deliliğe bir adım daha yakındır’ derken tehlikenin farkına kendi hayatından hareketle varmıştı.