• İSTANBUL
  • İMSAK
    00:00
    GÜNEŞ
    00:00
    ÖĞLE
    00:00
    İKİNDİ
    00:00
    AKŞAM
    00:00
    YATSI
    00:00
  • 0.0
  • 0.0
  • 0.0
Vehbi Kara
Vehbi Kara
TÜM YAZILARI

Soyadında Yazmakla Türk Olunmaz

24 Temmuz 2019
A


Vehbi Kara İletişim: [email protected]

Türk demek İslam kahramanı anlamına gelir. Kanı, canı ve imanı ile İslam’a hizmet eden demektir. Türk erkeği, Allah’ın büyük günah saydığı içki içmediği gibi Türk kızı da orasını burasını açıp teşhircilik etmez. İslam’a aykırı davranan her kim görürseniz bilin ki; ya Türk gibi görünmeye çalışan Sabetay Yahudileri veya gayrimüslim unsurların çocukları, torunlarıdır. Türklerin bütün toplumlar tarafından gıpta edilen milli kimliği; İslam’a olan kuvvetli bağıdır.

İslamiyetle Türklük birbirinden ayrılmaz bir gerçektir. Müslümanlıktan çıkan biri aynı zamanda Türklükten de çıkar. Kendini Türkten başka birisi olarak görür. İslam kardeşliğinden kopup Şeytan’ın en kıymetli arkadaşı olur. Adeta topluma veba mikrobu gibi hastalık bulaştıran bir zehir hükmüne geçer.

Örneğin Macarlar; Türk, Hun soyundan gelir. Bugün Katolik Hıristiyan olmuşlardır. Türklükle, İslam ile hiçbir bağları kalmamıştır. Kendilerine Türk denildiği zaman rahatsızlık duyarlar. Demek ki; Türk kalabilmek için Müslüman olmak şarttır.

Türkler; Müslümanlıkla şereflenmezden önce göçebe olarak yaşayan bir topluluktu. Yaşam şekillerini ve kültürel yapısını Orhun Anıtlarından ve daha çok da Çin kaynaklarından öğrenebiliyoruz.

İslamiyetten önceki Türk toplulukları ile övüneceğimiz pek bir şey yoktur. Hunlar, Tabgaçlar, Göktürkler, Uygurlar; Gök-Tanrı’ya kurbanlar sunan atalarına kutsallık veren pagan inançları ile yaşayan topluluklardı. Şiddet ve yağmacılık en belirgin özelliklerindendi. Bir rivayete göre Koca Çin Seddi bu toplulukların akınlardan kurtulmak için yapılmıştır.

Bir-iki örnek olması bakımından bu inançların ne kadar çirkin olduğunu nazarlara sunayım zira İslam öncesi dönemi arzulayan bir çok sapkın vardır:

Hunlar, her yıl mayıs ortalarında atalarına kurban sunarlardı. Ata mezarlarına yapılan saldırılar ağır cezalar gerektirirdi. Hatta Attila, Hun hanlarının aile mezarını Bizans piskoposunun soyması yüzünden 2.Balkan seferini yapmıştır. Çünkü bu inançlara göre, aynı Mısır firavunları gibi ölülerin silahları, değerli eşyaları, takıları ile birlikte gömülür ve böylece öteki dünyada, ölen kişinin rahat yaşamı sağlanmış olurdu.

Hunlar’da, yenilen düşmanın kafatasını altınla doldurup kadeh yapma geleneği bile vardı. Asya Hun hanı, Yüe-çi hanının kafatasını içki kabı olarak kullanmış olup bu adet Müslüman olmayan Türkler arasında uzun süre yaşamıştır.

Kısaca söylemek gerekirse Orta Asya Şamanizmi’nin esasları Eski Türklerde de yaygındı. Gök Tanrı, Güneş, Ay, yer, su, ata, ateşe tapan çeşitli topluluklar vardı. M.Ö. 121 yılında Çinliler bir Hun prensini yenip otağı ele geçirdiğinde savaş ganimetleri arasında altın puta da rastlamışlardır. Yani putperestlik dahi inançları arasında vardır. Çin tarihçilerine göre, Hun prensi bu put karşısında Gök Tanrı’ya kurbanlar sunmaktadır.

Bu bilgileri kısaca vermekten maksat İslam’dan önceki Türklerin ne derece berbat bir durumda olduklarını anlatmak içindir. Putperestliğe ve Allah’a ortak koşmaya dayanan bir inanç sistemini benimsedikleri için atamız dahi olsa bunlarla övünemeyiz. Fakat Türk Hakanı Satuk Buğra Han’ın Müslüman olması ile birlikte İslamiyet’i seçen Türk obaları; insan olmanın faziletlerini ve kahramanlığın en güzel şeklini göstermiştir. Hangi dinden olursa olsun aç olanı doyurmuş yolda kalanı misafir etmiştir. İşte kervansaraylar hala taş haliyle ortada durmaktadır.

Bütün dünyayı ateşe veren Moğol canilerini; Türkler durdurmuştur. Cengaver Türk Hakanı Celalettin Harzemşah defalarca Cengiz Han’ın ordularını yenmiştir. Sultan Baybars ise son noktayı Ayncalut’ta vurmuş Moğol çapulcuları daha ileriye gidememiştir.

Daha sonra Anadolu Selçukluları ortaya çıkmış Birinci ve İkinci Kılıç Arslan gibi yiğitlerle Haçlı ordularını defalarca Anadolu’ya gömmüştür. Ordularımız; Türk Hakanları Yıldırım Beyazıt Niğbolu’da Sultan Murat Varna’da, Fatih Sultan Mehmed Han İstanbul ve Balkanlarda, Sultan Süleyman Mohaç’ta, Haçlı ordularını hak ile yeksan eylemişlerdir. İslam’ı ortadan kaldırmak isteyen Papa’nın çapulcularına en şiddetli tokadı vurmuş Cehennemin dibine göndermişlerdir. İslam’ın keskin kılıcı Türkler sayesinde bütün Müslüman topluluklar derin bir nefes almıştır.

Osmanlı Devleti, sadece savaş meydanlarında değil bilim ve maneviyatta da dünyanın zirvesine çıkmıştır. Dünyanın en medeni şehirleri kurulmuş emsalsiz sanat eserleri ile doldurulmuştur. Bütün dünyanın gıpta ile baktığı bir İslam ülkesi ortaya çıkarılmıştır. Adaletli bir yönetim sayesinde tam 600 yıl boyunca Osmanlı Türkleri; Müslümanların gözbebeği haline gelmiştir. Bu sevgi ve saygı bütün karşı engellemelere rağmen hala devam etmektedir.

Zulme uğrayan, yok olma tehlikesi ile karşılaşan Müslim veya Gayrı Müslim yüzlerce topluluk; akın akın bu kahramanlığın hüküm sürdüğü coğrafyaya gelmiştir. Osmanlı Devletine göçedenler arasında İspanya’daki Engizisyon mahkemelerinden kaçan Müslüman, Yahudi ve Hıristiyan topluluklar; özgürce dinlerinin gereklerini yaşamış kültürlerini koruyabilmiştir.

Çeşitli zamanlarda dünyanın her yerinden kaçarak insanca yaşamak için gelen kavimler arasında; Kuzeyden Polonyalıları, Rusları ve İsveçlileri görebildiğimiz gibi Güneyden Afrika ve Doğu’dan Asya’dan göçüp gelen nice kavimler vardır. Hepsi ile aşımızı paylaşmış dertleri ile ortak olup kederli hallerinden kurtarmışızdır.

Şimdi bazı Dürzüler kalkıp; zulüm ve katliamdan kaçıp gelen Suriyeliler için “bu topraklarda ne işi var” diye konuşabiliyorlar. Demek ki 2019 tarihinde İslam’dan ve kahraman atalarımızdan ne derece uzak düştüğümüz çok açıktır. Bu kötü durumdan kurtulmak için özümüze dönmeli ve bizi biz yapan İslam’a dört elle bağlanmamız şarttır.

Peki, ne oldu da bu çok güzel hasletlerimizi yitirmeye başladık? Ensar gibi Mücahitlere ev sahipliği yaparak İslam kardeşliğinin en güzel örneğini veren Sahabelere ters düştük? Bunun birkaç sebebini biliyorum. Arz edeyim…

Bize tepeden tırnağa Munis Tekinalp ismini kullanan bir Yahudi’nin  yani Moize Cohen’in temelini attığı ideoloji ile İslam’dan uzaklaşmaya başladılar. “Allah” demek yasaklandı. “Tanrı uludur” diye tangır tungur şarkı sözleri, ezan olarak okundu. Mason ve gizli Sabetay Yahudileri, çok çeşitli etnik kökenden gelen vatandaşımızı ayrıştırarak toplumu kamplara ayıran etnik bölücülüğe başladılar.

Yetmedi; Agop Martayan isimli bir Ermeniyi Türk Dil Kurumunun başına geçirdiler. Soyadı kanunu ile “Dilaçar” adını alan bu şahıs; “Güneş Dil Teorisi” ile meşhur oldu ve Türkçenin canına okudu. Harf devrimini yaptığı yetmiyormuş gibi uydurukça kelimeleri belleterek edebiyatımızı; pespaye haline getirdiler. Amaç İslam dininden uzaklaştırılmış yepyeni bir nesil türemesini sağlamaktı. Öyle ki; dedemizin mezar taşlarını dahi okuyamayacak seviyeye düşürüldük. Atalarımızın bize ne söylediklerini veya ne bıraktığını anlayamayacak kadar perişan ettiler.

Basın, medya, askeriye, hariciye ve üniversitelerini Sabetay Yahudileri; doldurdu. Bunlar namaz kılanı ve içki içmeyeni meslekten atarak bürokrasinin dışında bıraktılar. Ordumuzda bütün günahınız bana diyerek askerlerimize din dışı emirler verdiler.

Türk kızlarını başörtülü diyerek okullara almayıp üniversitelerden kovdular. Direnenleri ise hapse atmaktan çekinmediler. Aradan 15-20 yıl geçtiği için olsa gerek; şimdi yaptıkları rezillikleri inkar edip utanmadan başka çirkin işleri planlıyorlar.

En dehşetli icraatları ise namus kavramını ayaklar altına alıp özellikle gençleri “cinsiyetsizleştirme” adını verdikleri sapık anlayışla boğmak istiyorlar. Eşcinsel sapıklık; “İstanbul sözleşmesi” adı altında resmileştirilerek Türk gençlerini ahlaki değerlerden yoksun hale getirmeye çalışıyorlar.

Hazır yeri gelmiş iken bunu Sabetay Yahudileri aracılığı ile yaptıklarını ifade edeyim. Zira Türkler ile evlenmeleri yasak olması nedeni ile aile içi evliliklerden dolayı eşcinsellik başta olmak üzere türlü türlü sapıklıklar çoğunlukla bunlardan türemiştir. “Mum söndü” denilen ahlaksız adetler; bunların kutsal saydığı işlerdendir.   

Türk kızlarını ise “feminizm” denilen din düşmanı anlayışla zehirleyerek sayısız aile facialarına zemin oluşturuyorlar. İşin kötüsü; dindar görünümlü sivil toplum örgütlerini çeşitli zafiyetlerinden yararlanarak kontrol ederek Türk ailesinin canına okumaya çalışıyorlar. Kamu kaynaklarını sınırsız biçimde kullanma imkanına sahip bu insanlara karşı kimse çıkıp cevap veremiyor.

Fakat mesele Suriyeli Müslüman kardeşlerimize gelince aynı Batılı gavurlar gibi “ülkemizde ne işleri var” diye Türklüğe, Müslümanlığa yakışmayan davranışlara giriyorlar. Bu haddini bilmezlere önce şu husussu hatırlatayım. Suriye denilen topraklar; Türklerin 1000 yıldır at koşturduğu meydanlardır. Atalarımız bu coğrafyada yaşamış ve 1000 yıl hüküm sürmüştür. Bir kısmı hala Türkçe konuşabilse de büyük çoğunluğu Araplaşmış Müslüman Türk topluluklarıdır. Bunlar Türkiye’ye gelmeyip de nereye gidecektiler.

İşte Avrupa’nın medeni görünümlü gazetecisi bile çocuğu ile koşturan bir Suriyeli göçmene çelme takıp yerlerde süründürüyor. Nazi zulmünden beter bir ırkçılıkla 21. Yüzyılda dahi çirkin yüzünü gösteriyor. Şimdi kalkıp bu gavurlara özenerek “Suriyelileri” Zalim Esed’in köpeklerine teslim etmek; hangi vicdana sığar…

Suriyeli kardeşlerimizin çok sevdiğim bir özelliğini nazara verip yazıma son vereyim. Ne zaman namazımı camide kılsam ya sağımda ya da solumda bir Suriyeli Müslüman kardeşimi görüyorum. Zira beş vakit namaz kılan bizden daha çoktur. Sabetay Yahudileri yüzünden milli kimliğinden uzaklaştırılmış insanlarımız arasında farz-ayn olan namaz kılma oranı %10’lara düşmüş iken Suriyeli göçmenler arasında bu oran neredeyse %90’lar seviyesindedir. Kendi insanımız taharetsiz, abdestsiz dolaşırken bu canını kurtarmak için ülkemize gelen insanların günde beş defa alnı secdeye varmaktadır. Kuran’da 100’den fazla ayette emredilmiş olan namaz konusunda göçmen kardeşlerimizden öğrenecek çook şeyimiz var, vesselam…

x

WhatsApp İhbar Hattı

+90 (553) 313 94 23