Tarihçiler ölümsüzdür!
Halil İnalcık, Kemal Karpat, derken Kadir Mısıroğlu da “fena”dan “beka”ya hicret etti...
Osmanlı deyişiyle, “dar-ı cinana irtihal” eylediler...
Ortak noktaları, ömürlerini tarihe adamalarıydı...
Ortak gerçekleri ise gidişleriyle tarih alanında koskoca boşluklar bırakmaları oldu.
Kadir Mısıroğlu gibi, “vakıf tarihçi” vasfını hak etmiş bir tarihçinin çok zor yetiştiği malûmdur: Bunun için tarihe emek vermek, araştırmaya ömür hasretmek yetmiyor, ayrıca envai çeşit zulme, baskıya, saldırıya, iftiraya, bühtana, zindana da katlanmak gerekiyor...
Soruşturmalar, mahkemeler, sürgünler, zindanlar...
Her şeyi kolay yoldan elde etmeye, emek harcamadan sonuca ulaşmaya, çile çekmeden olgunlaşmaya, yanmadan pişmeye şartlanmış yeni nesil tarihçiler arasından böylelerinin çıkabileceğini doğrusu pek zannetmiyorum...
Şartlar muvacehesinde mümkün değilmiş gibi gözüküyor. Lâkin Mevlâ her şeye kadirdir.
Hepsine çok üzüldüm. Bir taraflarım onlarla birlikte sanki toprağa düştü.
Ölümün dramatik bir olgu değil, hayatın sürekliliği (dünya ve ahiret olarak) içinde bir merhale (aşama) olduğunu bile bile teessüre kapıldım. Uzun süre kendime gelemedim. Çünkü tarihçinin ölümü, sıradan bir ölüm değil, yıllarla biriktirdiği ama aşıkâr edemediği sırların da ölümüdür!
Bu anlamda Kadir Abi kim bilir ne sırlar götürmüştür?
Biriktirdiği, ama antidemokratik şartlar (5816 sayılı kanun meselâ) sebebiyle bir türlü dışa vuramadığı sırların kendisiyle birlikte gömüldüğünü düşünmek, vicdana çok ağır geliyor.
Hakkında pek çok soruşturma açıldı. Defalarca takibata uğradı, yargılandı. Zaman zaman zindana girdi, hatta bir ara ülkeyi terk etmek zorunda bırakıldı. Fakat ne bıktı-usandı, ne de pes etti. Çünkü o bir hakikatın takipçisi, gerçeğin fedaisi idi.
Yalnızca bir tarihçi değil, aynı zamanda “ilmiyle âmil” bir Müslümandı. Çektirmedikleri çile, atmadıkları iftira kalmadı. Hepsinden güçlenerek çıktı ve her seferinde tazelenmiş olarak kaldığı yerden devam etti.
Kimseye eğilmedi, makam-mevki-mansıp peşinde koşmadı; kendi varlığında dimdik ayakta kalmayı, imanının ışığında hedefe bakmayı sürdürdü.
Çok eleştirildi: Kadir Mısıroğlu’nun tek kitabını bile okumayan “medya şaklabanları”, “ideoloji simsarları”, “cahil-cühela” takımı ve “bilgisiz kanaat” sahipleri, sadece slogan üreterek defalarca üstüne çullandılar.
Hiçbiri hiçbir şey yapamadı...
Yapamazlardı: Çünkü Kadir Abi haklıydı. Allah’a dayanıyor ve inandığı gerçekleri söylüyordu. Gerçeği kim yenebilir ki?..
Hatasız değildi elbette, ama hatalarında bile samimiydi.
Düşünün: Lozan Antlaşması yıllar boyu “mutlak zafer” olarak okutulurken susan tarihçilerin arasından sadece o çıktı ve “Zafer mi, hezimet mi?” diye sordu. Böylece kafalara en büyük soru işaretini attı. Bunun kıymeti zamanla daha iyi anlaşılacak, bugün Türkiye’nin mücadele ettiği olumsuz şartların çoğunun tohumlarının Lozan’da atıldığı bir bir ortaya çıkacaktır.
Düşmanları seviniyor, ama hiç sevinmesinler: Zira “tarihçi” ölmez! Kitaplarında yaşar. Kadir Abi de ölmedi, kitaplarında ebediyeti yaşayacak.
Allah rahmet eylesin!