Bizim kuşak hiç çocuk olmadı!
Bir toplantıda özgeçmişimin okunduğu an, en sıkıldığım andır: Bir sürü övgü ve abartı altında ezilir kalırım…
Üstad Bediüzzaman’ın bir sözü dolaşır durur beynimin kıvrımlarında: “Eğer ahiret yurduna götüreceğiniz bir ameliniz yoksa fani dünyada bıraktığınız eserlere de kıymet vermeyin.”
Aslında bizim kuşağın özgeçmişi filân yoktur. İdeolojik şiirlerle, sloganlarla, ders kitaplarına tıkıştırılan yalanlarla, bizim kuşağın geçmişini çaldılar.
Kana kana oynayamadık, çünkü oyuncağımız yoktu. Doğru dürüst karnımızı doyurmaya yetecek ekmeğimiz de yoktu. Diyelim ki bir şekilde karnımız doydu, oyuncağı da bulduk; yine oynayamazdık; zira millî bayramlarda okumak için bol bol “cumhuriyet-hürriyet” kafiyeli şiirler ezberlememiz gerekiyordu. Her bayram, altı delik lastik ayakkabılarımı çamurlara vuraraktan çığlık çığlığa şiir okurdum: “En büyük cumhuriyet/ Bize verdi hürriyet...”
Cumhuriyetin tek başına hürriyet demek olmadığını, hürriyet demek olması için insan hakları ve demokrasi ile bütünleşmesi gerektiğini neden sonra öğrendim. Öğrendiğimde de aldatıldığımı, yanıltıldığımı düşündüm.
Zaman oldu ideolojik telkinler yüreğimde buz tuttu. Telkinlerin karmaşasıyla tehditlerin ürküntüsünde kimliğimi yitirdim. Kimliğimi ararken, baktım kendi kendimle yüz yüze gelmişim. Kendi kendime sordum: “Ben kimim, insan nedir, nereden geldik, nereye gidiyoruz?”
Yıllar boyu sorularımı kendime sakladım. Bazı soruları değil sormak, düşünmek bile yasaktı. Sorularımız gırtlağımıza dizilir, soluksuz kalırdım.
Yıllar boyu soluksuz kaldım. Tüm soluksuz kalışları “sekerat” (can çekişme anı) zannedenler, soluksuzluklarımı ölümüme verdiler. Soluksuzluğun aslında bir yeni soluk, belki bir “sur-i İsrafil” olabileceğini kestiremediler. Oysa ben nefesim daraldıkça düşünüyor, hayatla ölüm arasındaki incelikte varlık arıyordum.
Kalıplar işte o çizgide kırıldı. Kitaplarım o çizgide doğdu. O çizgide kitaplaşmaya başladığımı hissettim. Kısacası hayat, hayal ile o çizgide iç içe girdi. Artık kestirebilene aşkolsun: Hangisi hayat, hangisi hayal?..
Dizi dizi merakın ardından sonsuzu arayışım başlar. Bu bir bakıma insanın kendini arayış serüvenidir.
“Kitab-ı kebir-i kâinat”ta (yani tüm evrende) kendimi aramam uzun sürdü. Kifayetsiz kelimelerde (yazıda) kendimi çözmeye çalışmak ise neredeyse bir ömür aldı. Sonunda bireysel çözümlerin o kadar da önemli olmadığını anladım. Toplumsal çareler ve çözümler gerekliydi: Fakat bu nasıl olacaktı?
Üstelik öyle bir zaman ve zeminde yaşıyorduk ki, insanlar âdeta birbirini incitmekten, hırpalamaktan, yaralamaktan, zorlamaktan zevk alıyordu. Ben ise —ancak elli yaş kertesinde— inançlarından, tercihlerinden, intisaplarından ve düşüncelerinden dolayı kimseyi incitmeme, hırpalamama, horlamama, zorlamama kararını alabilmiştim.
O gün bugündür, beni incitme fırsatını başkalarına vermemek için kendi duygularımı incitiyorum. Başkalarını hırpalamamak için kendi ruhumu hırpalıyorum. Başkalarını yaralamamak için de kendi yüreğimi yaralıyorum. Bu yüzden yaşadığım yıllardan daha yaşlı biriyim: Hem yaşlı, hem de yalnız.
“Dünya” denen şu ormanda, kitaplarım benim sığınaklarımdır. Onlarla yalnızlıktan kurtulurum. Kendimi hâlâ satırlarda çözmeye çalışır, geçmişimin en görkemli hikâyesini sayfalarda ararım. Bir bakıma her kitabım kayıp özgeçmişimi yazar. Kısacası kitaplarımla ben ortak bir serüveniz.
Şimdi söyler misiniz lütfen: Bu serüvenin hiç yaşanmamış bölümünün (çocukluğum), askeri darbelerle yaralanıp korkularla berelenmiş güzelliğini (gençliğim) nerelerde aramalıyım?