Bitmeyen derdimiz Millî Eğitim!
Eğitim meselesi halledilmeden hiçbir mesele halledilemez. Siyaset, hukuk, ekonomi, hepsi muallâkta kalır. Gençler düşünüyor. Üniversiteye nasıl gireceğiz? Hangi bölümüne gireceğiz? Girince ne yapacağız? Bitirdikten sonra ne olacağız? Nasıl iş bulacağız, nasıl evleneceğiz, nasıl mutlu olacağız? Bir köşe dönme fırsatı yakalayamazsak, ne zaman düze çıkacağız? Gibi sualler gençlerimizin gündeminden hiç düşmüyor.
Peki öğrencilerimize ne zaman “sorumluluk eğitimi” vereceğiz. “Mesuliyet” bile diyemiyorum. Sözlüğe bakma zahmetinde bulunmasınlar diye… “lügat” diyemediğim gibi. Eğitimin kök manası, kişiye sorumluluk şuurunu kazandırmaktır. Eğitim önce idrak şuurunu kazandıracak; sonra o aydınlıkta sorumluluk şuuru doğacak, şekillenecek, gelişecek.
Bilgiyi vermek kolay. O bilgiyi belletip ezberletmek de kolay. Fakat böyle alınan bilgiler, sadece depolanmış olur. Orada öylece durur, zamanla sönükleşir matlaşır, ufalanır, binbir türlü yol ile azalır, küçülür. Kısmen de kaybolur. Depodakiler işe yaramaz hale gelir. Sadece öğretmek, sadece bilgi aktarmak; sevdirmeye düşündürmeye şuurlandırmaya, yani eğitime kalite, seviye, muhteva tarafını vermemek; elbette ki bu sonucu getirecektir.
Biz “sorumlu insan” yetiştiremiyoruz.
“Şuurlu insan” yetiştiremiyoruz, şuur kazandırma eğitimi veremiyoruz da ondan.
“Sorumluluk” meselesi, “şuur” meselesidir. Korkunun baskının cezanın kazandıramayacağını, sorumluluk şuuru bir yan ürün olarak kendiliğinden kazandırır. İnsan nefsinden de sorumlu. Nefsini düşünmek ayıp değil Ancak, nefsinden başka bir şey düşünemez hale gelmek, başlamadan bitmektir. İdeali olmayan için, “okumak-öğrenmek-düşünmek” en büyük işkencedir. En kestirme yoldan gidip “en az” ile hedefe varmaya çalışmak bu halin tabii sonucudur. Yanlışlar, kar topu gibi yuvarlana yuvarlana büyüdü; bugünlere öyle geldik. Şimdi neresinden tutacağımızı bilemiyoruz. Millî Eğitim Bakanımız, alternatif çözümler bulmaya çalışıyor. Kendi kültüründen, kendi mukaddeslerinin verilmesinden uzak, sadece kariyer/etiket/diploma/yabancı dil. Bunlar gidişin yönünü değiştirmeye yetmez. Lokomotif vagonları götürüyor. Siz vagonların içinde güya gidişatın dışında faaliyetler gösteriyor, kompartımanınızda mefruşat, tefrişat, düzenlemelerle dizaynlarla meşgulsünüz. Muhtevanın, kendi değerlerimizin verilmesinin dışında şekli çözümler, programlar, vs. Lokomotifin yönü değişmediği müddetçe gidişatı değiştiremezsiniz. Siz de o yolculuğa dahil olursunuz. Nereye götürülüyorsanız.
Gençlerimize irade terbiyesi vermezsek, onlardan şahsiyetli, kişilikli olmalarını bekleyemeyiz. Gençlerimize aidiyet duygusu, şahsiyet, kimlik, kişilik vermezsek, kendine güven duygusu olmayan, aşağılık kompleksinden kurtulamayan “hasta tipler” oluştururuz. Gençlerimize okuma alışkanlığı gibi güzel alışkanlıklar kazandırılmazsa sigara-içki-kumar tiryakiliğinden kurtaramazsınız. Gençlerimize meşruiyet sınırlarını göstermez, hak-hukuk ölçülerini vermezseniz, neye göre hareket edeceğini bilmeyen, freni tutmayan araba gibi oraya buraya çarpan bir duruma getirirsiniz. Siz gençlerimize verdiğiniz eğitimde sadece okul bitirip diploma almayı öncelerseniz onları asalak olarak yaşamaktan kurtaramazsınız. Siz gençlerimizi tamamen rasyonalist ve pozitivist bir eğitim tezgahına yerleştirirseniz o tezgahtan çıkan mamul anlayışı; şefkatsiz, merhametsiz, sevgisiz, egoist saygısız bir “gençlik kitlesi” yetişir. Deizm yaygarası da kutsalı verilmeyen, dini hayata müdahale ettirmeyen, sünneti hayatın dışında tutan anlayış, bu ortamı hazırlar. Razı mıyız buna?
Herkes kendini düşünürse neticede herkes kayba uğrar. Yakamıza yapışan bu illet, bize adeta bir sistematik marifet halinde sorumsuzluk yoluyla geldi. İşleyişi de sistematik; yadırganmıyor, çağın gereği sayılıyor, tabii karşılanıyor. Bu halden kurtulmadan hiçbir insanî münasebetlerimiz düzelmez.
Öğretimi, gecikerek de olsa telafi edebilirsiniz; eğitim noksanlarının ve atlamalarının ise telafisi yoktur. Bazı yetişmiş insanlara laf anlatamayışınız, onlardaki sorumluluk ve idrak şuuru eğitiminin eksikliğinden dolayıdır. Sorumluluk şuurunu, gecikmiş eklemelerle payandalarla yamalarla kazandıramazsınız. Sadece bir tek yol kalır geriye: onu, bir özeleştiri ihtiyacına sevk edici özel ve farklı bir erişim üslubuyla etkilemek. Bir de verdiklerinizin ‘yaşayan örnekler’ halinde toplumda yer almasının temin edilmesi.
‘İşte yığınla bilgi, işte dev gibi iletişim teknolojisi, işte akıl işte özgürlük. Bul bulacağını!’ derseniz; onun hem yalnızlığını koyulaştırırsınız, hem de bir örtülü rövanş tepkisiyle sorumsuz tutkulara sürüklenmesini kaçınılmaz kılarsınız. Karşımızdaki manzara bu realitenin fotoğrafıdır. Globalleşme, küreselleşme, evrensel değerler vs. Hepsi tamam. Peki biz. Bizi biz yapan değerler. Onları bu söylediklerimizin neresine koyacağız? Dünyaya açıldık, kendimize kapandık. Birkaç saatte dünyanın öbür ucuna gidebilirsiniz. İnternette tıklayarak, günlerce haftalarca uğraşsanız elde edemeyeceğiniz bilgilere hemen erişebilirsiniz. Ama komşunuzdan haberiniz yok. Çocuklarımızın ruh dünyasından haberimiz yok. Şâir boşuna mı söylüyor: “Yıkılan sarayımdan tek bir nakış kalmadı; Dışa mıhlandı gözler, içe bakış kalmadı.” Diye…
Dünyaya açıldık ama birbirimize ve kendimize açılma kabiliyetini kaybettik. Televizyon kutusu, ‘alternatif dost’ halini aldı! Onsuz yapamayacağımız ‘tek ortak ihtiyacımız’ durumuna geldi. Kablosunun bir ucu içimize bağlanmış! Yalnızlığımızın ve tatminsizliklerimizin elektrik yükünü oraya boşaltıyoruz. Bilgisayar tiryakiliği de aynen ona benziyor. Eğitimdeki en büyük etki gücü de ona ait! Girmediği yer, nüfuz etmediği alan, kemirmediği doku kalmadı. Fikir, ilim, edebiyat, estetik, politika, musıkî, her şey yamuldu. Eğitimde pozitivist taklitçilik hevesleri tesirini hâlâ sürdürüyor. Pozitivist ilim, kıymet hükümleri vermez. İnançtan, ahlâktan, idealden, sevgiden, faziletten, saadetten söz etmez. O sadece madde’yle meşgul olur. Peki öğrencilerimizi hangi ideale nasıl yönelteceğiz? Okula gitsin, para kazandırıcı branşların bilgilerini öğrensin, meslek sahibi olsun. Sonra? ‘İnsan’ sadece bu mu demek? Şahsiyeti, bütünlüğü dengesi, istikameti, ruhu-kalbi-zihni-irâdesi yok mu o’nun? Bütün bunlar nerede, ne zaman hatırlanacak? İnsanın bütünlüğü, eğitimin bütünlüğünü gerektirmez mi? Sonuçları konuşup tartışıyoruz. Bu sonuca getiren/getirilen sebepler üzerinde duruyor muyuz? Ders kitaplarına konan yazar, edebiyatçı, roman yazarı, şairler, vs. bunlardan kaç tane idealist, muhafazakâr, dâvâ adamı kaç tane var? Konanların çoğu hep reklamı yapılan solcu ve dine, imana karşı olanlardan. Sen nasıl, nerede yetişirsen yetiş, Müslüman bir ülkenin Türk vatandaşısın. Aidiyetimizi unutmayız/unutturamayız. Makamlar, mevkiler hep gelip geçici. Yunus Emre, Mevlana örnekleri, nakilleri sizi vebal ve mesuliyetten kurtarmaz! ‘Milli Eğitim’ kavramı niçin vardır? Bilgilerin hepsini en mükemmel şekliyle kafalarına soksanız bile, onlara ne kazandırmış olursunuz? Para! Başka bir şey değil. Cehaletten bile kurtaramazsınız? Öğrencilerimizin mânevi-fikri-felsefi-edebi hiçbir değerli kitabı birkaç saat okumaya dayanabilecek halleri yok. Onları adeta bezdirmişiz, tüketmişiz. Hayatın çok geniş ilgi alanlarına karşı, onları asgari manada olsun donatamamışız. Hayatımızda düşünceye, duyguya, sorumluluğa, sevgiye saygıya, itidale, insafa vicdana utanmaya yer kalmadı mı? Hiçbir mâzerete sığınılamaz!
Eğitim anlayışımızı, hayat ve insan anlayışımızı yeniden gözden geçirmemiz gerekiyor. İçinde bulunduğumuz şartları da düşünerek. Diğer bir ifade ile “Biz kalarak değişmek, değişerek biz kalmak!” İşte bütün mesele…