Bediüzzaman’a Göre Tam Eşitlik Mümkün Müdür?
Önceki yazımızda kapitalizm eleştirisi yapmış komünizm ile alakalı konuları da bu yazımıza bırakmıştık. Komünizmin çelişkilerini ve içine düştüğü problemleri analiz ederken öncelikle tam eşitliğin mümkün olamayacağı gerçeğinden hareket edeceğiz.
Lemalar (22. Lem’a) isimli eserinde Bediüzzaman; insanlığın yaratılış hikmetinin müsâvât-ı mutlaka (tam bir eşitlik) kanununa aykırı olduğunu ifade ederek, insanın duygularına ve kuvvelerine bir sınır konulmadığını, serbest bırakıldığını, bu sayede binler nevîleri çeşitçeşit güzellikleri sümbül verdiğini söylemiştir.
Buna mukabil “Müsâvât-ı hukuk” mesleğini yani hukuk önünde eşit olunması gerektiğini savunan Bediüzzaman, Marksistlerin öngördüğü sınıfsız toplum anlayışının yaratılış kanunlarına aykırı olduğunu Risale-i Nur Külliyatının muhtelif yerlerinde izah eder.
Cumhuriyet kanunlarının eşitlik esasına dayandığını iddia ederek kendisine “hocalık” unvanını çok gören ve “şimdiki hükûmetin kanununda, vazife haricinde bir meziyeti, bir fazileti kendine takıp, onunla bir kısım millete tahakküm edip nüfuzunu icra etmek, müsavat esasına istinad eden cumhuriyetin bir düsturuna münâfîdir. Sen neden vazifesiz olduğun halde elini öptürüyorsun? Halk beni dinlesin diye hodfuruşane bir vaziyet takınıyorsun?” diye soru soranlara Bediüzzaman şu cevabı vermiştir:
Kanunu tatbik edenler evvelâ kendilerine tatbik ettikten sonra başkasına tatbik edebilirler. Siz kendinize tatbik etmediğiniz bir düsturu başkasına tatbik etmekle, herkesten evvel siz düsturunuzu, kanununuzu kırıyorsunuz ve karşı geliyorsunuz. Çünki bu müsavat-ı mutlaka kanununun bana tatbikini istiyorsunuz. Ben de derim: Ne vakit bir nefer, bir müşirin (mareşalin) makam-ı içtimaîsine çıkarsa ve milletin o müşire karşı gösterdikleri hürmet ve teveccühe iştirak ederse.. ve onun gibi, o teveccüh ve hürmete mazhar olursa veyahut o müşir, o nefer gibi adileşirse ve o neferin sönük vaziyetini alırsa.. ve o müşirin vazife haricinde hiçbir ehemmiyeti kalmazsa..hem eğer, en zeki ve bir ordunun muzafferiyetine sebebiyet veren bir erkân-ı harb reisi, en aptal bir neferle teveccüh-ü ammede ve hürmet ve muhabbette müsavata girerse; o vakit sizin bu müsavat kanununuz hükmünce bana şöyle diyebilirsiniz: "Kendine hoca deme! Hürmeti kabul etme! Faziletini inkâr et! Hizmetçine hizmet et! Dilencilere arkadaş ol!"
Yine sorarlar: “Bu hürmet ve makam ve teveccüh, vazife başında olduğu vakte mahsustur ve vazifedarlara hastır. Sen vazifesiz bir adamsın; vazifedarlar gibi milletin hürmetini kabul edemezsin!” Bediüzzaman bu soruya cevabında:
“Eğer insan yalnız bir cesedden ibaret olsa.. ve insan dünyada lâyemûtâne daimî kalsa.. ve kabir kapısı kapansa.. ve ölüm öldürülse..o vakit vazife yalnız askerlik ve idare memurlarına mahsus kalırsa; sözünüzde dahi bir mana olurdu. Fakat madem insan yalnız cesedden ibaret değil. Cesedi beslemek için; kalb, dil, akıl, dimağ koparılıp o cesede yedirilmez. Onlar imha edilmez. Onlar da idare ister.
Ve madem kabir kapısı kapanmıyor ve madem kabrin öbür tarafındaki endişe-i istikbal her ferdin en mühim meselesidir. Elbette milletin itaat ve hürmetine istinad eden vazifeler, yalnız milletin hayat-ı dünyeviyesine ait içtimaî ve siyasî ve askerî vazifelere münhasır değildir. Evet, yolculara seyahat için vesika vermek bir vazife olduğu gibi, ebed tarafına giden yolculara da hem vesika, hem o zulümatlı yolda nur vermek öyle bir vazifedir ki, hiçbir vazife o vazife kadar ehemmiyetli değildir. Böyle bir vazifenin inkârı, ölümün inkâriyle ve her gün “el mevtü hakkun” davasını, cenazelerinin mührüyle imza edip tasdik eden otuzbin şahidin şehadetini tekzib ve inkâr etmekle olur. Madem mânevî hâcât-ı zaruriyeye istinad eden mânevî vazifeler var. Ve o vazifelerin en mühimmi, ebed yolunda seyahat için pasaport varakası ve berzah zulümatında kalbin cep feneri ve saadet-i ebediyenin anahtarı olan imandır ve îmanın ders ve takviyesidir. Elbette o vazifeyi gören ehl-i marifet herhalde küfrân-ı nîmet suretinde kendine edilen nîmet-i İlâhiyyeyi ve fazilet-i imaniyeyi hiçe sayıp, sefihler ve fâsıkların makamına sukut etmeyecektir. Kendini, aşağıların bid'alariyle, sefahetleriyle bulaştırmıyacaktır!.. İşte beğenmediğiniz ve müsavatsızlık zannettiğiniz inziva bunun içindir.
İşte bu hakikatla beraber, beni işkence ile taciz eden sizin gibi enaniyette ve bu kanun-u müsavatı kırmakta firavunluk derecesinde ileri giden mütekebbirlere karşı demiyorum. Çünki mütekebbirlere karşı tevazu, tezellül zannedildiğinden, tevazu etmemek gerektir. Belki ehl-i insaf ve mütevazi ve âdil kısmına derim ki: "Ben felillahilhamd kendi kusurumu, aczimi biliyorum. Değil Müslümanlar üstünde mütekebbirane bir makam-ı ihtiram istemek, belki her vakit nihayetsiz kusurlarımı, hiçliğimi görüp, istiğfar ile teselli bulup, halklardan ihtiram değil, dua istiyorum. Hem zannederim benim bu mesleğimi, benim bütün arkadaşlarım biliyorlar. Yalnız bu kadar var ki: Kur'an-ı Hakîm'in hizmeti esnasında ve hakaik-i îmaniyenin dersi vaktinde o hakaik hesabına ve Kur'an şerefine o makamın iktiza ettiği izzet ve vakar-ı ilmiyeyi ders vaktinde muhafaza edip, başımı ehl-i dalâlete eğmemek için, o izzetli vaziyeti muvakkaten takınıyorum. Zannederim, ehl-i dünyanın kanunlarının haddi yoktur ki, bu noktalara karşı çıkabilsin!”
Özetlemek gerekirse; Mutlak müsavat yani tam bir eşitliğin mümkün olamayacağını Mareşal ile rütbesiz asker arasındaki farkı çarpıcı bir şekilde örnek göstererek ispatlayan Bediüzzaman, kendisine karşı gösterilen ilgi ve alakayı kıskanmamak gerektiğini ayrıca yukarıda izah edildiği üzere ifade eder.
Evet, dünyamız yeni bir çağın sancılarını yaşıyor. İnsanlar vahşet ve bedeviyet, kölelik, esirlik ve ecirlik (ücretlilik) dönemlerini yaşamış, son olarak malikiyet ve serbestlik asrına gelmiştir. Bundan sonra kartlar yeniden açılacak, ekonomik ve sosyal politikalar yeniden değerlendirilecektir, vesselam…