Nüfus-âile plânlaması mı soykırım mı? (2)
Nüfus-âile plânlaması mı soykırım mı? (2)
AHMET TALİB ÇELEN
Geçen haftaki yazımda yer kalmadığı için paylaşamadığım Rasim Özdenören’in yazısını bu hafta paylaşıyorum. Bakınız nüfûsumuz nerelerde kimlere dert oluyormuş:
…
Durumun bir de elbet “sosyal hayat” yönünde bir yansıması var. Nüfus planlamasını kabul edecek bir “ahlâk” anlayışının fertler tarafından kabul edilebilmesi meselesi..
Burada, konuyla ilgili bir anımı aktarmak istiyorum. 1971 yılında Washington’da bulunurken bir “nüfus planlaması” seminerine katılmıştım. Seminer, Güney Amerika’dan, Afrika’dan, Hindistan’dan, Pakistan’dan, Ortadoğu’dan, Uzakdoğu’dan çağrılı birkaç düzine “yetişkin” öğrenci için düzenlenmişti.
Seminerin ilk dersini “Ph. D.” unvanlı Amerikalı hekim bir kadın verdi. Konu, yumurtanın döllenmesinden başlayarak döllenen yumurtanın geçirdiği istihalelere kadar slaytlarla, resimlerle süslenerek anlatıldı. Sıra, bu yumurtanın anaya zarar verilmeden nasıl tasfiye edileceğine geldi. Birkaç saat de, gene resimlerle, 16 mm.lik filmlerle bu konu anlatıldı. Akşama doğru o günün programı bitirilince, seminerin genel yönetmeni profesör zat kürsüye geldi ve şu açıklamada bulundu:
“Nüfus planlaması gibi tamamen iktisadi hayatı ilgilendiren bir konuda niçin tababet gibi teknik bir bilimin yardımına başvurduğumuzu merak edenler bulunabilir. Evvela konuyu sizin için cazip hale getirmek istedik, saniyen doğum olayı hakkında kafanızda yerleşmiş bazı metafizik önyargıların bulunabileceğini düşünerek olaya ‘bir tabiat fenomeni olarak yaklaşmanıza ortam hazırladık. Şimdi sanırım doğum olayının öyle esrarengiz, karmaşık bir şey olmadığına hepiniz kanisiniz. Öyleyse yarın bu tür endişelerden uzak olarak konunun iktisadî cephesi ile ilgili tartışmalarımıza başlayabiliriz.”
Ertesi günden başlayarak dokuz gün devam eden seminer boyunca “nüfus planlaması”nın iktisadî veçheleri anlatılmaya başlandı.
Nüfus planlamasının sebebi şöyle bir gerekçeye dayandırılıyordu: Gelişmekte olan ülkeler, deniyordu, teknolojik bilgilerindeki eksiklik yüzünden sınaî alanda yatırımlara girişemezler, girişseler de başaramazlar, çünkü sınaî bakımdan kalkınmasını tamamlamış ülkeler onların üretmeyi tasarladıkları her şeyin daha iyisini yapacaklardır, dolayısıyla bu mallar için dış pazar bulunması imkânsızdır. Bu durumda gelişmekte olan ülkeler tarıma ağırlık vermek zorundadır. Fakat tarımın sağlayacağı kalkınma hızı hiçbir zaman sanayie ulaşamayacaktır. Böylece millî hasılanın arttırılması daima kısıtlı kalacaktır. Hâlbuki öte yandan bu ülkelerdeki nüfus artış hızı, çoğu kez kalkınma hızından yüksektir, en azından başa başnoktadadır. Dolayısıyla bu ülkelerde, eğer nüfusun azaltılması mümkün olmuyorsa hiç olmazsa mevcut seviyede bırakılması, fert başına düşen millî gelir açısından zaruridir. Aksi takdirde yakın gelecekte bu ülkeleri açlık tehlikesi beklemektedir.
Ve bir takım farazî matematik verilere dayanılarak bazı farazî ülkelere ne kadar zaman sonra açlığın geleceğine dair hesaplar...
Her dersin sonunda Afrikalı, Güney Amerikalı vb. arkadaşlarımın dehşete düştüklerini, tahtada yapılan matematik işlemlerini defterlerine geçirirlerken yapılan işlemlerde bir hata var mı, yok mu diye özenle ve ümitsizlikle çabaladıklarını görüyordum. Hayır, yapılan “işlemlerde” hiç bir hata bulamıyorlardı.
Nihayet bir gün, problemi olan var mı, diye soruldu. Söz istedim, sordum: “Sizin kaç çocuğunuz var?” Dedim. Adam “sekiz” diye cevap verdi. O bayan doktorun, diğer öğretim görevlilerinin çocuklarının sayısını sordum. Sonunda da: “Amerika Başkanı’nın kaç çocuğu var?” diye sordum. Adam ne demek istediğimi anlamıştı. Nitekim: “Anlıyorum” diye söze girdi, “fakat biz kalkınmamızda kör noktayı aşmış bulunuyoruz. Biz şimdi sınaîleşmiş bir ülkeyiz, nüfus bizim için engelleyici bir faktör olmaktan çıkmıştır, mesele kalkınmakta olan ülkelerle ilgilidir.”
“İyi ama, dedim, Amerika baştan beri bir sanayi ülkesi değildi ki! Geçen yüzyılda o da bir tarım ülkesiydi ve hiç de nüfusunu planlamayı düşünmüyordu, bilakis göçmen celbi için teşvik tedbirleri alıyordu.”
Profesör, bu konuyu ders dışında tartışmamızı teklif etti. “Hayır, dedim, diğer arkadaşlarımızın da dinlemesinde yarar var. Şimdi şunu sormak istiyorum. Amerika’nın geri kalmış ülkelere olan ‘yardımı’ niçin hep şartlıdır? Bu yardımları niçin illa da turizme, alt yapı tesisi diye yol yapımına, ara malları imalatına yatırılmak üzere verir? Doğum kontrolü için hastane yapar?”
“Bu iş politik mercilerin verdiği bir karardır, iktisat ilmiyle ilgisi yok” diye cevap verdi.
“Fakat politik merciler bu kararı vermek için iktisat müşavirlerinin fikirlerine başvurmuyorlar mı?” dedim.
“Konudan uzaklaşıyoruz, dedi profesör, sen galiba bu işte bir art niyet arıyorsun? Biz bilimsel olarak bir iktisadî meseleye açıklık getirmek istiyoruz. (Bizleri işaret ederek) Bu kadar öğrenciye burs vermesi için Amerika’nın ne gibi bir art niyeti ve menfaati olabilir? Bu, Birleşik Devletlerin sizi düşündüğüne kanıt değil mi?” Ben de:
“Biz burada iktisadî kalkınma hususunda gelişmekte olan ülkeler için geliştirilmiş en son modelleri bellemek ve bellediklerimizi ülkelerimizde uygulamaya dökmek için bulunuyoruz, Amerika’da bize öğretilenlerle ülkemizdekiler arasında şaşırtıcı bir benzerlik var” diyerek sözlerimi bitirdim.
O dersin sonunda diğer arkadaşlar bana “Ne demek istedin?” diye sorup duruyorlardı. Fakat eminim, onların her biri ülkelerine döndüklerinde mevcut sistemin işleyen çarkları arasında ülkelerinin nüfusunu planlamak üzere itibarlı görevlere getirilmişlerdir. (Rasim Özdenören, Yaşadığımız Günler, İz Yayıncılık, 2011, İstanbul; “Dokuz Gazozu İçen Kim?”, s. 129-132)