Boş koltukta kader oturuyordu
Boş koltukta kader oturuyordu
AHMET CAN KARAHASANOĞLU
Her şey sıradan görünüyordu. Takvim 12 Haziran’ı gösteriyordu… Bhoomi Chauhan koşuyordu. Yetişmesi gereken uçak saat 08.10’da kalkacaktı. Fakat kader, ördüğü ağlarla onu geciktiriyordu. Belki metroyu birkaç saniyeyle kaçırmıştı, belki ayakkabısının bağı çözülmüş ve ayağına dolanmıştı ya da bindiği taksi trafiğe takılmıştı. Ancak sonucun ne olduğu çok da önemli değildi: Uçağı kaçırmıştı. Onca yolcu içinde sadece Bhoomi, uçağa binemedi.
Evet, böyle basit aksilikler bazen büyük felaketleri erteler. Kadere yön veren küçük detaylar, zamanın rahminde olgunlaşır. Basit gibi görünen bir olay, aslında çok derin bir dönüşümün habercisi olabilir. Bhoomi o uçağı kaçırmasaydı, ölümünü mü yakalayacaktı? Aslında farketmesek de (kozmik düzeyde) bir şeyler hep olur, ama insan sadece ruhani manada ayıksa farkındadır.
Bhoomi’nin koşarak terminale girdiği anı hayal ediyorum. Görevli kapıların kapandığını söylüyor, ama o ısrarla yalvarıyor:
“Lütfen, yeni bir bilet alacak imkanım yok. Bu uçağa binmeliyim.”
Görevli üzgün; ama her gün karşılaştığı sıradan bir durum onun için. Ve Bhoomi’nin kaçırdığı uçak, kalkıştan sadece 32 saniye sonra düşüyor.
O sırada uçakta başka biri var: Vishwas Kumar Ramesh. Kırk yaşında. Muhasebeci ya da öğretmen; bu ayrıntıyı bilerek öğrenmek istemedim. (Olaya odaklanırken detayı bilinçli imha tekniği diyelim ki, bu açıklamada da bir tür detaydır ve paradokstur)
Ramesh, 11A numaralı koltukta oturuyor. Uçak kalkmadan önce muhtemelen pencerede kendi yansımasını görüyor. Yansıyan yüz, ölüme bakan öteki benliği. Hırıltılı sesle bir şeyler söylemek ister gibi ama Ramesh, yansımasındaki gözlerden akan yaşa odaklanmış olabilir. İşte tam o anda uçak düşüyor.
Onca yolcu arasından sadece O hayatta kalıyor. Herkes kurtulan tek yolcuyla fotoğraf çektirmek istiyor. Gazeteler röportajlar yapmak için sıraya giriyor. Ama kimse o son bakışın neye dair olduğunu sormuyor.
“Neden ben?” diyor Ramesh.
Kim olsa aynı soruyu sorardı.
Uçağı kaçıran Bhoomi, ölümden 32 saniyeyle kurtuldu. Ramesh ise ölümün içinden yürüyerek çıktı. Aynı hayat çizgisi bu iki yabancıyı birleştirdi. Ama o çizgi düz değildi; kıvrılıyordu ve adına kader deniyordu. O kıvrım, o sabah Ahmedabad Havalimanı’nda bir adamla bir kadının yollarını kesiştirdi. Belki Hindistan’da, belki de İngiltere’de bir yerlerde daha önce karşılaşmışlardı. (A. Iñárritu’nun filmleri de hep böyledir)
Kader, ağını bir örümcek gibi örer. Bu tür karşılaşmalar hep olmuştur.
Dejâvular belleğin oyunu mu? Hayır. Onlar, tatlı izler bırakmak için var olan işaretler.
Hayat, bazı karşılaşmaları özellikle ıskalar, bize fark ettirmez. Ama o anlarda bir iz bırakır. Tıpkı sinsice yayılan latif döngü gibi.
Bhoomi’nin uçağı kaçırmasıyla boş kalan koltuk, öylesine ağır bir şeyle doluydu ki... O şey, insanın varlığından daha fazla yer kaplıyordu: kader.
Bu olaydan sonra belki her ikisi de benzer rüyalar görüyor. Uçakta parçalanmış bedenleri yavaşça havaya karışıp toz oluyor.
Uyanmasalar, o rüyalar gerçek olacaktı diğer yolcuların kaderi gibi.
Ve belki de ikisi de her sabah uyandıklarında aynı soruyu soruyor:
“Neden ben?”