Prof. Dr. Cevdet Erdöl, kimlere ne mesaj verdi? Hastanelerde neler oluyor? Birileri bir işler mi çeviriyor? Vatandaşın memnuniyetsizliği kime fatura ediliyor?
Prof. Dr. Cevdet Erdol Akşam gazetesine yazdığı “Bir Yıl, Bir İmza, Bir Keder” başlıklı yazısında hastanelerle ilgili önemli iddialar ortaya attı. Erdöl, Sağlık Bilimleri Üniversitesi ile ilgili yeni bir düzenleme gereğine işaret edip, idarede yaşanan bazı keyfiliklerin altını çizdi. Erdöl, hastane yönetimlerinin sözleşme yenilememe tehditinin vatandaşın memnuniyetsizliğine, onun da iktidara fatura edildiğini hatırlattı. Erdöl şöyle yazdı: "Son yıllarda sahadan aynı cümleyi sıkça duyuyorum: 'Hocam, sözleşmem yenilenmedi. Sebep de söylenmedi.' Somut kriter yok, yazılı gerekçe yok." İşte Erdöl’ün o yazısı…
Prof. Dr. Cevdet Erdöl
Bir sabah telefonunuzu açıyorsunuz. Her zaman gittiğiniz doktordan MHRS üzerinden randevu almak istiyorsunuz. Hekim listesinde ismini arıyorsunuz ama bir anlık şaşkınlık yaşıyorsunuz: İsim listede yok.
"Herhalde bir yanlışlık olmuştur" diye düşünerek hastaneye gidiyorsunuz. Koridor aynı koridor; tabelalar, sıralar, bekleme salonunun uğultusu... Her şey yerli yerinde, her şey bildik. Görevliye yaklaşıp soruyorsunuz: "Dr. ... için randevu alamadım, sistemde görünmüyor." Kısa, net ve soğuk bir cevap geliyor: "Hocamız ayrıldı." Ardından doğal olarak soruyorsunuz: "Nasıl yani?" Cevap yine tek cümle: "Sözleşme yenilenmedi."
Sadece bir cümleyle kapanmış bir kapı. Ardında yüzlerce hasta, yıllarca verilmiş emek ve kopan bir eğitim zinciri kalıyor.
Bugün eğitim ve araştırma hastanelerinde yüzlerce öğretim üyesi birer yıllık sözleşmelerle çalışıyor. Yıl sonu geldiğinde hepsinin zihninde aynı soru beliriyor: Sözleşme yenilenecek mi? Bu belirsizlik yalnızca bir akademisyenin meselesi değildir. Asistan eğitimini etkiler, bilimsel araştırmaları yarım bırakır, poliklinik hizmetinin sürekliliğini bozar ve kurumsal hafızayı aşındırır. Dahası, nitelikli hekimlerin özel sektöre yönelmesini sistematik hâle getirir.
Hastane bankolarında en sık duyulan cümle aslında her şeyi özetler: "Benim doktorum nereye gitti?" Vatandaş açısından sonuç son derece basittir. Doktor varsa hizmet vardır. Doktor yoksa hizmet de yoktur. Bu nedenle mesele yalnızca idari bir konu değildir. Bu mesele, doğrudan ulusal sağlık güvenliği meselesidir.
2015 öncesini hatırlayalım. Doçent olmuş, profesör olmuş yüzlerce hekim vardı; ancak özlük hakları, görev yerleri ve kadroları başka yerlerdeydi. Unvan vardı ama hak yoktu. Bu durum hem motivasyonu zedeliyor hem de emeğin karşılığını boşa düşürüyordu. Tam bu noktada Sayın Cumhurbaşkanımız Recep Tayyip Erdoğan'ın doğrudan talimatlarıyla Sağlık Bilimleri Üniversitesi kuruldu. Bakanlıkla birlikte kullanılan hastanelerde akademik kadro açma yetkisi verildi. Bu adım, hekimlerin unvan için özel üniversitelere gitme zorunluluğunu ortadan kaldırdı. Akademik yükselme ile özlük hakları ilk kez aynı zeminde buluştu. Eğitim ve hizmet tek çatı altında birleşti. Bugüne kadar dört bini aşkın akademik kadro açıldı ve bu, Türkiye'nin sağlık kapasitesine ciddi bir güç kattı.
Ancak bugün karşımızda yeni bir soru, hatta ciddi bir sorun var. Son yıllarda sahadan aynı cümleyi sıkça duyuyorum: "Hocam, sözleşmem yenilenmedi. Sebep de söylenmedi." Bir yıllık sözleşme sistemi doğru uygulandığında disiplin ve performansı destekleyebilir. Ancak bazı uygulamalarda amaç, araç hâline gelmiş durumda. Somut kriter yok, yazılı gerekçe yok.
Peki hukuk ne diyor? Bu konuda öğretim üyelerini haklı bulan çok sayıda mahkeme kararı var. Bunlardan biri İstanbul Bölge İdare Mahkemesi Birinci İdari Dava Dairesinin 2024/63 esas ve 2024/563 karar sayılı hükmüdür. Kararda açıkça şu ifade yer alıyor: "Sözleşme yenilememe işlemi yalnızca sürenin bitmesine dayandırılamaz; haklı, makul ve geçerli bir gerekçeye dayanmalıdır." Mahkeme ayrıca idarenin takdir yetkisinin hizmet gereklerine uygun biçimde kullanılması gerektiğini vurguluyor ve gerekçe gösterilmeden yapılan yenilememe işlemini iptal ediyor. Artık biliyoruz ki "uygun görülmedi" ifadesi hukuki bir gerekçe değildir. Bu karar yalnızca bir kişiyi değil, aynı süreçten geçen yüzlerce öğretim üyesini ilgilendiren güçlü bir emsaldir.
Bu noktada yapılması gerekenler açıktır. Performans kriterleri hizmet, eğitim, bilimsel üretim ve iletişim dâhil olmak üzere açık ve ölçülebilir olmalıdır. Yenilememe durumunda yazılı gerekçe zorunlu hâle gelmeli, varsa eksiklikler açıkça ifade edilmelidir. Akademisyenlerin kendilerini savunabilecekleri bağımsız bir itiraz mekanizması kurulmalıdır. Eğitim ve sağlık hizmetinin sürekliliği korunmalı, sözleşme belirsizliğinin bedelini asistanlar ve hastalar ödememelidir. Bir klinikte eğitim zinciri koptuğunda kaybeden yalnızca bir kişi olmaz; gelecek nesiller kaybeder.
Bu konuyu hem sahadan hem mevzuattan bilen biri olarak şunu net biçimde ifade ediyorum: Sayın Sağlık Bakanımız bu meselenin farkındadır. Verileri görmekte, sahayı dinlemekte ve çözüm arayışını sürdürmektedir. Bugüne kadar sağlık politikalarında ortaya koyduğu çözüm odaklı yaklaşım, bu sorunun da makul, adil ve kalıcı biçimde çözüleceğine dair güçlü bir güven oluşturmaktadır.
Son söz şudur: Bir ülke, hekimlerine güvenmeden güçlenemez. Hekimlerimiz yıllardır bu ülkenin sağlık yükünü omuzlamaktadır ve bugün de omuzlamaya hazırdır. Beklenti son derece nettir: Adalet, şeffaflık ve liyakat. Açıkça söylemek gerekir ki bu konu hastane yöneticilerinin keyfine bırakılabilecek bir mesele değildir. Bir imzayla, bir gecede, gerekçe gösterilmeden kopan eğitim zincirlerinin ve aksayan hizmetlerin bedelini kim ödüyor? Vatandaş ödüyor.
Randevu bulamadığında, doktoruna ulaşamadığında, tedavisi aksadığında faturayı başhekime ya da hastaneye değil, doğrudan siyaset kurumuna kesiyor. Vatandaşın zihnindeki denklem basittir: Doktor vardır ya da yoktur. Bu nedenle bu mesele kişisel ilişkilerin, yerel güç dengelerinin ya da idari keyfiyetin konusu olamaz.
Mutlaka bir mevzuat düzenlemesi yapılmalıdır. Gerekirse yeni bir kanun çıkarılmalıdır. Yaklaşık otuz üniversitenin afiliasyon yoluyla eğitim ve sağlık hizmeti sunduğu bir sistemde, keyfi uygulamalara zemin hazırlayan "Öğretim elemanları ile 3359 sayılı Kanunun ek 9'uncu maddesine göre sözleşme imzalanabilir" ifadesi dikkatle yeniden değerlendirilmelidir. Bu hükmün yalnızca Sağlık Bilimleri Üniversitesine özel olarak uygulanması son derece yanlış ve ayrımcıdır. Dünyada ilk üç yüze yaklaşan bu üniversiteye ve dört bini aşkın eğitimcisine açık bir haksızlık oluşturmaktadır. Hiçbir katkısı olmayan kişiler elbette savunulamaz; ancak verimli, çalışkan ve nitelikli öğretim üyelerinin keyfi tutumlarla küstürülmesi, bir sözleşmenin "yapılabilir" olmasının insafa bırakılması kabul edilemez.
Aynı hastanede görev yapan, kadrosu Sağlık Bakanlığında ya da başka üniversitelerde olan hekimler için böyle bir sözleşme rejimi söz konusu değilken, aynı işi yapan Sağlık Bilimleri Üniversitesi öğretim üyelerinin kuralları ve sınırları belirsiz bir sözleşme sistemine tabi tutulması çalışma barışını ciddi biçimde zedelemektedir. Bu sözleşme meselesi, öğretim üyeleri ile hastane idaresi arasında sıradan bir idari işlem olarak görülmemeli, bu gözle yeniden ele alınmalıdır. Tekrar etmek gerekirse böyle bir sözleşme modeli Türkiye'de başka hiç bir Üniversitede yoktur. Ülkemizde sadece bir üniversiteye ve onun binlerce öğretim üyesine hiç bir kıstas olmaksızın getirilen bu sözleşme yapma/yapmama keyfiliği önümüzdeki yıllarda sağlık sistemimizin tadını kaçıracak gibi görünüyor.
Çünkü bu, basit bir sözleşme meselesi değildir. Bu, bir ulusal sağlık güvenliği meselesidir. Ve unutulmamalıdır ki sağlık sistemimizin lokomotifi olan hekimleri, özellikle de öğretim üyelerini yıpratarak ve küstürerek alınabilecek hiçbir mesafe yoktur. Eksiklikleri görerek sistemi onarmak ise toplum olarak hepimize çok şey kazandıracaktır.


