Müslüman Âlimin Nefsine Takvayla, Topluma Fetva İle Muamele Etmesi
Müslüman Âlimin Nefsine Takvayla, Topluma Fetva İle Muamele Etmesi
MUSTAFA ÇELİK
İslâm ilim geleneğinde sıkça tekrarlanan bir söz vardır: “Âlim, kendi nefsine takvâ ile; topluma ise fetva ile muamele eder.” İlk bakışta basit bir nasihat gibi görünse de bu ifade, fıkhın en incelikli damarlarından biri olan maslahat düşüncesinin derin bir yansımasıdır. Çünkü âlim, kendi bireysel yolculuğunda mümkün olan en sağlam yolu ararken; insanlar için, hayatın ağırlığını hafifletecek, uygulanabilir ve kuşatıcı hükümlerle konuşmak zorundadır. Bu iki tavır arasındaki ayrım, ilmin rahmet ile nasıl birleştiğini gösterir.
Âlimin kendine karşı takvâ ile davranması, gönlünde taşıdığı hassasiyetin bir tezahürüdür. O, ihtimaller arasında en güvenli olanı seçerek kendini korur; böylece şüpheli olana yaklaşmaz, ihtiyatla hareket eder. Fakat aynı ihtiyatı toplumdan beklemek başka bir şeydir. Çünkü insanlar farklı güçlere, farklı şartlara, farklı yüklerle dolu hayatlara sahiptir. Âlim, kendisine kolay geleni başkasına zorlaştırmanın adalet olmadığını bilir. Bu yüzden topluma fetva verirken, Şeriat’ın kolaylaştırma ilkesini önceler; insanın fıtratını, gücünü, ihtiyaçlarını ve zaaflarını dikkate alır. Zira fetva, bireyin değil, ümmetin omuzuna konulan bir sözdür.
İşte bu noktada maslahat fıkhı devreye girer. Maslahat, dinin maksatları ile insanların gerçek hâli arasında kurulan köprüdür. Niyetlerin berrak, hükümlerin ise uygulanabilir olmasını sağlar. Âlimin kendi hayatında takvâya sarılması, kişisel bir mesuliyet iken; fetvada kolaylığı tercih etmesi, doğrudan doğruya bir kamu maslahatıdır. Zira toplum, katı hükümlerin ağırlığı altında ezilmemeli; din, insanlar için bir yük değil, bir nefes olmalıdır.
Bu iki tutum arasındaki denge, ilmin asaletiyle rahmetin genişliğini aynı potada eritmenin adıdır. Âlim, sırf kendisi zor olanı seçiyor diye başkalarına yük bindirmez; sırf başkaları için kolaylaştırıyor diye kendi ruhunu da gevşetmez. Böylece hem takvânın hem fetvanın haysiyetini korur.
Âlimin nefsine takvâ ile, topluma fetva ile muamele etmesi, yalnızca güzel bir söz değil; maslahat merkezli fıkıh anlayışının özlü bir ifadesidir. Bu ilke, ilmin merhametle buluştuğu yerde doğar ve toplumun dinle barışık bir hayat sürmesine kapı aralar.
Âlim, kendisi için daha ihtiyatlı, daha zor, daha takvâya uygun olan görüşü tercih edebilir. Bu, kendi amelî hayatında en sağlam yolu seçme hassasiyetidir.
Toplum için ise: kolaylığı esas alan, insanların genel durumunu, ihtiyaçlarını, zorluklarını gözeten, Şeriat’ın “kolaylaştırma” ilkesine dayanan fetvayı verir. Bu, maslahat gereğidir; çünkü fetva kişiye değil, ümmetin genel menfaatine yönelik olur.
Bu yaklaşım maslahat fıkhındandır. Maslahat fıkhı (mesâlih) şunları gözetir:
Toplumun zaruret ve ihtiyaçlarını
Kolaylaştırmayı (taysîr)
Zorlukları kaldırmayı (raf’u’l-harac)
Kamu menfaatini (mesâlih-i mürsele)
Toplum için verilen fetvanın kolaylaştırıcı ve uygulanabilir olması, maslahat ilkesinin bir sonucudur.
Ancak âlimin kendine karşı daha zor olan yolu seçmesi kişisel takvâ ile ilgilidir; topluma yüklememesi ise rahmet ve kolaylık ilkesidir.
Evet, “Âlimin kendine takvâyla, topluma fetvayla muamele etmesi” ifadesi, doğrudan maslahat fıkhının bir uygulamasıdır. Hem usûl açısından hem de sahabe ve erken dönem âlimlerinin pratiği açısından doğru bir kaidedir.
Dini anlatırken insanlara yük olmayacak, hayatlarını gereksiz yere zorlaştırmayacak bir yöntem izlemenin önemi hem Kur’ân, hem Sünnet, hem de ilim geleneği tarafından vurgulanmış temel bir prensiptir.
Dini hikmetle, anlayışla ve kolaylaştırıcı bir tarzda anlatmak ulemanın ahlaki ve manevi bir sorumluluğu sayılır. İslâm’ın temel amacı insanlara rahmet olmaktır. Peygamber Efendimiz (sav)’ın “Kolaylaştırın, zorlaştırmayın. Müjdeleyin, nefret ettirmeyin.” (Buhari, İlim, 11 [69]; Müslim, Cihad, 8 [1734].) buyruğu, İslâm’ın ruhunu özetler. Bu ilkeye uygun hareket etmek:
Dini Allah’ın istediği şekilde sunmak,
İnsanı İslam’a yaklaştırmak,
Merhameti merkeze almak demektir.
İnsan doğası (fıtrat) kolay olanı sever, aşırılıklardan uzak durur. Din, insanın fıtratına uygun olarak gönderilmiştir. Eğer anlatan kişi dini gereksiz yere ağırlaştırırsa:
Dini yaşama isteği zayıflar,
İnsanlarda baskı ve korku oluşur,
Din, olması gereken doğal ve huzur veren hâlinden uzaklaşır.
İbadetler, kişiye yük olmak için değil, ona huzur ve disiplin vermek içindir. Eğer din ağırlaştırılarak anlatılırsa, ibadetin ruhu kaybolur ve şekilcilik başlar. Dini kolaylaştırarak anlatmak, hem Allah’ın hem Peygamber’in hem de ulemanın üzerinde durduğu bir vazifedir. Bu, dini hafife almak değil; onu olması gerektiği gibi hikmetle ve merhametle sunmaktır. Âlim, öğrettiği ilimle insanları karanlıktan aydınlığa taşıyan, insanları yormayan, zorlaştırmayan, doğruya nezaketle yönlendiren bir rehberdir. Âlimler yeryüzünün kandilleridir. Karanlıkta olanları aydınlatırlar. Hiç kimseyi karanlıktan karanlığa göndermezler. Âlim, sadece bilgi aktaran biri değil; ışık saçan, yön veren, ön açan kişidir.