Okul Yolunda
Okul Yolunda
ALİ OSMAN AYDIN
Evimin yakınında bir ilkokul var. Sabah ve öğleden sonra okul çıkışlarında inanılmaz bir kargaşa çıkıyor önünde.
Sokak trafiğe kapanıyor neredeyse. Koca koca servis araçları zaten yolun bir kısmını işgal etmiş oluyor. Okula yetişmek için telaşlanan veliler buldukları yere arabalarını rastgele park ediyorlar. Böyle olunca diğer arabalar ilerleyemiyor. Başlıyor her yandan kornalar çalmaya.
Çocuklarının ellerinden tutup okula yetiştirmeye çalışan veliler kaldırımlarda ayrı bir trafik oluşturuyor. Veliler gergin, zavallı çocuklar gergin, ilerleyemeyen şoförler gergin… Çocuk sesleri, korna sesleri, bağrışan şoför sesleri birbirine karışıyor o hengamede.
Okul çıkışı da hiç farklı olmuyor! Küçük bir semt okulu, etrafındaki yolları kilitliyor adeta. Hatta caddeden akan trafiğe bile etki ediyor bu kısmi yoğunluk.
Uzaktan izleyince müthiş stresli bir tablo bu. Hem de herkes açısından. Bu tablodaki herkes kaygılı, endişeli, gergin görünüyor.
Koca şehir günde iki kez bir metcezirin gitgelleri gibi gerilip gevşiyor. Gerilip gevşiyor...
*
Biz küçükken işler böyle ilerlemiyordu. Okul zamanı geldiğinde, sokaklar bir şenliğe dönerdi. Hemen her kapıdan siyah önlüklü biri çıkar, çıkanlar diğer sokaklardan çıkanlarla asfaltsız yolda birleşir, büyük bir sel gibi sıvasız evlerin olduğu sokaklardan geçer, tozlu bayırları aşar, okula varırdık.
Bazı bahçeli evlerin önünden geçerken ağaçları, evleri saran sarmaşıkları izlemek ve o evde yaşayanların nasıl insanlar olduklarına dair düşünmek en keyif aldığım şeylerden biriydi.
Yürürken her sokağı bir karakteri benzetirdim. Sanki sokakların da biz insanlar gibi farklı farklı karakterleri vardı. Bunu evlerin görünüşlerine bakarak yapardım. Yoksul ama onurlu, babacan ama otoriter bir sokak benim dünyamda iri cüssesiyle Kadir Savun’du mesela. Oradan her geçişimde sanki Kadir Savun o sokağın sahibiymiş de orada oturuyormuş gibi hissederdim.
Bazı evler sıvasız olurdu. Bazı sokaklar tertemiz, bazılarındaki evlerin önü kirli ve bakımsız; bazı sokaklarda tek katlı evlerin aralarındaki boşluktan çok uzaktaki başka mahalleler görünür, bazılarında ise diğer sokaktakilerden daha yüksek apartmanlar olurdu.
3-4 katlı evler o zaman bir zenginlik işareti olarak görülürdü. O evlerde oturanlar muhtemelen filmlerde izlediğimiz insanlar gibi olmalıydı. Çocuk aklımla böyle düşünürdüm.
Kimi evlerin bazı camları kırık olurdu ve o camları kapatmak için bir şeyler yapıştırılırdı kırığa. O kırık zihnime keskin bir kıymık gibi batar, bütün gidip gelmeler boyunca, arkadaşlarla her zamanki gibi ürpertici hayaletler üzerine sohbet ediyor olsak bile, muhakkak dönüp dikkatle o kırığın tamir edilip edilmediğine bakardım. Ne zaman tamir edileceğini, neden tamir edilmediğini düşünürdüm. Bu durumun paralarının olmamasıyla ilgili olabileceğini hayal eder üzülürdüm de.
Evin babası işsiz olabilirdi pekâlâ. Cam bu yüzden değişmiyor olabilirdi… Babaları işsiz olan akranlarım, yani o evin küçük çocukları acaba okulumuzda hangi sınıfta okuyorlar, beslenmelerinde ne yiyip içiyorlar, nasıl görünüyorlar, kız mı yoksa erkek mi diye düşünmeden edemezdim. Eğer erkekse babası işsiz olan bir erkek çocuğun top oynamak için spor ayakkabısı da olamaz diye iç geçirirdim.
Okul çıkışında o evlerin olduğu sokaklara hangi çocukların gittiğini anlamaya çalışırdım. Dağılan kalabalığı gittikleri sokaklara göre kafamda kategorize ederdim. Önlük düğmelerinin hepsi aynı renk olan saçları düzgün taranmış çocukların sıvasız tek katlı evlerin yanından geçerek dış cephesi boyanmış, önü süpürülmüş evlere girdiklerini görünce, boyuma bakmadan sosyolojik çıkarımlar yapardım.
Bazı sokaklardaki uzun ağaçların, yazın öğlenleri esen rüzgarlarda usul usul sallanırken, her sallanışta altlarındaki gölgeliğin şekil değiştirmesini izlemek; ağaçların sihirli hışırtılarını dinlerken, kızarmış yanaklarım ve terlemiş ensemle çantamı sırtımdan indirip, o ihtişamlı ağacın gölgesinde dinlenmek büyüleyiciydi.
Bir rampanın bitiminde aynı zamanda kan kardeşim olan Metin’in evi vardı. Ev, rampa biter bitmez karşınıza ansızın çıkardı. Küçük bir bahçe, bahçe içinde kiremit çatılı bir gece kondu ve hafızam beni yanıltmıyorsa evin arkasında uzunca bir ağaç… Rampanın bitiminde olduğu için evin arkasından açık havada bembeyaz bulutlar da görünür, harika bir manzara olurdu. Metin ile orada ayrılır ve o evin uzaktan görünüşünü o zaman TRT’de yağlı boya tablolar yapan ressam Bob (Ross)’ un tablolarına benzetirdim.
Bütün o gidip gelmeler boyunca, birbirimizi korkutmak için anlattığımız hayalet hikayeleri hariç korku hissi yanımıza uğramazdı. Ne sokaklar ne de insanlar düşmandı. Anneler- babalar okula giden çocuklarının eve döneceğinden emin bir şekilde günlük hayatlarına devam ederlerdi.
Kışı ayrı, ilkbaharı ayrı güzeldi o yolun. Evlerin ve insanlarının her mevsim nasıl göründüklerini, neler yaşadıklarını, nasıl değiştiklerini izlerdim. Toplamda bir kilometreyi bulmayan bir yoldu bu ama bitimsiz serüvenlerle doluydu benim için. Ben sokaklardan sokaklar da benim içimden geçerdi. O yolu gidip gelirken hissettiklerim, hala hatırladıkça keyif verir.
*
Okul önünde sıkışan trafiğe, koşturan çocuk ve velilere bakınca İstanbul gibi büyük şehirlerde yaşayan bugünkü çocukların ne kadar büyük ve telafi edilmez bir mahrumiyetle yaşadıklarını görüyorum.
Bir tutsak gibiler. Tamamen düşman ve yabancı bir çevreden dolayı ellerini sıkı sıkı tutan bir veli olmadan yolda yürümek gibi basit şeyleri bile yapamıyorlar. Çocuk muhayyilesiyle o sokakları izleyemiyor, yürüyemiyor, hayaller kuramıyor; insanlar, evler, çocuklar ve hayatlar üzerine düşünemiyorlar.
Bir engelli gibi velileri olmadan şuradan şuraya rahatça, özgürce, kendi başlarına gidemiyorlar. Bu çocuklara da, velilere de büyük bir yük oluşturuyor.
Şekillendirdiğimiz toplama kampını andıran bu şehirlerde çocukluğa, çocuklara ve onların masum dünyalarına yer yok artık. Bu yüzden bu kadar renksiz ve neşesiziz…