Demir parmaklıklar ardındaki vicdan: Süleyman ve firari aslan
Demir parmaklıklar ardındaki vicdan: Süleyman ve firari aslan
Ahmet Can Karahasanoğlu
Manavgat’ta güneş, portakal ağaçlarının arasından ağır ağır iniyordu. O esnada bir adam, günün yorgunluğunu bastırma gayesiyle kısa bir uykuya daldı. Adı Süleyman’dı, ona şimdilik “büyülü Süleyman” diyelim. Emekçiydi, gerçek bir insandı; yani alın teriyle kazanıyordu parasını. Yer fıstığı hasadı yapmıştı. Süleyman, yattığı yerde çok sivrisinek olduğunu söyleyecekti. Sineklerden korunmak için üzerine bir battaniye örtmüştü. Gözlerini kapadı. Sonra, karısının “Ayağıma bir cisim değdi.” ifadesiyle uyanıverdi. Ancak filmlerde olabilecek bir sahneydi bahse konu olay. Karşısında bir aslan vardı. Kafesinden firar etmiş bir aslan…
Özgürlüğün ne olduğunu anlamaya çabalayan bir hayvan, bir anda özgürlüğün ne olduğunu hayatı boyunca hiç düşünmemiş bir adama saldırmaya başladı. Aslan, kendi içgüdülerinin sesini dinliyordu ama Süleyman ne yapıyordu? Süleyman, “O ormanın kralıysa, ben de büyük bir medeniyetin kralıyım.” edasıyla aslana saldırdı. Süleyman’ın yüzü, kulakları, ayakları parçalandı ama ölmedi. Herkes, ölmeden kurtulmasına mucize diyordu. Süleyman, peygamber ismi şerifi hürmetine bir himmete mazhar olmuştu.
“Aslanın gırtlağını sıktım.” diyordu gazetecilere, “Sıkmasam beni yutacaktı.” Ama bir ayrıntıyı anlamak için yoğun çaba sarf ettim; yüzünde bir gülümseme vardı. Sanki bu saldırı onu mutlu etmiş gibi, espriler yaparak konuşuyordu. Beş gün hastanede yatmış, büyük bir saldırıyı atlatmış, ölümden dönmüş bir adamın ifadesi değildi bu yüz. Hayır, saldırıdan sonra bu adam başka bir bilince ulaşmış olmalıydı.
Süleyman, vücudunda yüzlerce diş iziyle taburcu olmuştu. Gazeteciler sordu: “Aslana hakkını helal ediyor musun?” Süleyman, “Aslana hakkımı helal ediyorum. Onun suçu yok. Benim derdim, onu oraya kapatanlarda. Onlara hakkımı helal etmiyorum.” dedi.
Buraya kadar her ayrıntı önemli elbette, ama başka bir ayrıntı var; o, hepsinden önemli. Firari aslan vuruldu. Hikayesi hiç iyi sonlanmadı aslanın. Şu kadar kısaydı:
“Kaçan aslan etkisiz hale getirildi.”
Peki, O bir insandı. Suçsuz, günahsız bir adam. O aslanın ne günahı vardı ki ormandaki konforu bozularak getirildi? Birkaç şımarık, şişman burjuva ve şebek çocuğun maskarası olsun diye kafese tıkıldı? Sonra firar edince, içgüdüleri neyse onu yapınca da suçlu olarak infaz edildi.
İnsan, önce kendi korkusunu demir parmaklıklara kilitledi, sonra o korkunun kontrolü elden kaçınca infaz etti. Hem korkusunu kilitlerken kaypak, hem korkusunu infaz ederken kaypak. İşte buna şeddeli kaypaklık denir. Vahşi olanı neden ehlileştirmek istedin? Ehlileştirebildin mi? Hayır.
Süleyman yaşıyor. Vücudundaki dikiş izlerinin iyileşmesini ümit ediyorum.
“Art niyetli insanlara hakkımı helal etmem.” demişti bir gazeteciye. O bölümü defalarca izledim; belki de en masum, en naif ifade buydu bugüne dek duyduğum. Bir emekçi, aslanın dişlerini affetmişti ama art niyetli insanları affetmiyordu. İşte dünyanın en güzel cümlesiydi bu adamın ifadesi.
Bir kurguyla bitirelim… Süleyman, rüyasında ölen aslanı görüyor… Aslan, Süleyman’a “Beni buraya neden kapattılar, Süleyman abi?” diyor. Süleyman hüzünleniyor. “Ben seni affettim ama insanoğlu nankördür.” diyor. Aslanın gözlerinden yaş boşalıyor. “Süleyman abi, insan neden her güzel şeyin içine ediyor?” diyor… Süleyman, aslanın boynuna sarılıyor ve “Bu defa kendimi kurtarmak için değil, seni teskin etmek için boğazına sarıldım.” derken uyanıyor.
Böylesi bir konuya daha zarif bir kapanış yakışırdı, bunun farkındayım. Metnin biraz havada kaldığının da bilincindeyim. Ancak gündemi yakalama telaşı içinde edebi dengeleri korumak her zaman mümkün olamayabiliyor. Bu sebeple, hoşgörünüze sığınıyorum.