Hayata not düşmek!
Hayata not düşmek!
ALİ OSMAN AYDIN
Güzel ve enteresan bir haber ile karşılaştım geçen gün. Ağrı’da yaşayan 80 yaşındaki Ali Engin adındaki bir amcamızla ilgiliydi haber.
Kendisi 1963 yılında askere gitmiş. Okuma yazmayı orada öğrenmiş. Ve o günden beri kalemini elinden hiç bırakmamış.
Şiirler yazmış, Türkiye’nin ve köyünün günlüğünü tutmuş adeta. Köyün tarihini, hatıralarını, mevsimlerin geçişini, doğan kuzuları, ölen büyükleri ve kendi iç sesini günü gününe yazıya dökmüş. Sayfalar dolusu hayat biriktirmiş yani.
Ali amcanın hikayesi önemli çünkü yazmak bizde her nedense yeteri kadar önem verilmeyen bir şey.
Babam 15 yaşına basmadan elinde bir valizle İstanbul’un yolunu tutmuş. Koca şehirde bir başına tutunmanın ne kadar meşakkatli olduğunu anlatmaya gerek yok.
Ama o günlerden geriye çekilmiş birkaç fotoğraftan başka hiçbir şey kalmamış. Babam neler yaşadı, neler düşündü, başından neler geçti ve geçenleri o gün nasıl yorumluyordu, o günün muhiti nasıldı, günlük hayat nasıl işliyordu?
Bugün o dönemi anlamak için ya günün gazetelerine ya o dönem yazılmış kitaplara ya da akademik çalışmalara bakmak zorundayız.
Bunlar da sokağın ve insanın gerçeğini anlatamayacak kadar bu gerçeğe mesafeli şeyler.
Sıradan insanın tarihini bilmiyoruz çünkü o yazılmadı.
Keşke babamın gün gün tuttuğu notları bugün okuyabilseydim. Hatta keşke dedemin, hatta onun babasının seferberlik zamanı başından geçeni okuma fırsatım olsaydı. Bunu çok isterdim. Bugün elimizde olmayan şey budur. Bu, kendimiz ile ilgili anlatıdaki eksik kalan parçadır.
Sivil yazıcılık bizde neden gelişmedi bilmiyorum. Yahya Kemal, yazı kültüründen mahrum, kayıtsız bir cemiyetin içine düştüğü durumu hüzünle ele alırken şunları söylemişti:
“Büyük Harpte, on cephemizin ateşinde hazır bulunmuş, güzide ve edebiyat meraklısı bir askerimizin elinde bir gün Çanakkale destanımıza ait Fransızca bir eseri gördüm. Bunu görünce kalbimde bir acı hissettim. Döktüğümüz kanın bile manzarasını Fransızcadan seyretmeye mahkûmuz! Bizim harp cephelerimiz, bin bir safhalarıyla yokturlar, demek ki çok eski harplerimiz gibi bunlar da, seneler geçtikçe unutulacaklardır.”
Yahya Kemal ne kadar da haklı. Mesela Plevne harbi sonrası Türk hastanelerindeki acıklı tabloları Avrupalı gazetecilerin yazdıkları yığınla eserden okuyabiliyoruz ama keşke orada yatan yaralı bir Osmanlı askerinin veya Osmanlı hekiminin de gözünden de okuyabilseydik…
*
Resmî tarih, hadiselerin devlete bakan yüzünü kayıt altına aldı. Ama işin insanla ilgili asıl boyutu, tanıklarıyla birlikte gömüldü gitti.
Ksenephon’un “Onbinlerin Dönüşü - Anabasis” kitabı, M.Ö. 401’deki uzun bir sefer ve akabinde yapılan şiddetli bir harbi anlatır. Pers Prensi Kyros ve ağabeyi Kral Artakserkes arasında Kunaksa’da (bugünkü Suriye’nin güneyi) yapılacak savaş için ordulardan biri Lidya’nın Sardes kentinden (Manisa) hareket eder. Kitap, ordunun yürüdüğü güzergâhları ve prenslerini savaşta kaybetmelerinin ardından Anadolu’da uzun bir yürüyüşe çıkıp vatanlarına ulaşmalarını anlatır. Hem de gün gün ve olay olay… Zira kitabın yazarı sefere “savaş muhabiri” olarak katılmış ve harpte komutanlar ölünce askerleri eve döndürme vazifesini üzerine almış Ksenephon’dan başkası değildir.
Aynı zamanda Sokrates’in eğitiminden de geçmiş yazarın Anadolu coğrafyası ve Pers ordusu hakkında yazdıkları, Büyük İskender’in bölgeye düzenlediği seferlerde çok işine yaramıştır.
Nicolas Vatin’in “Rodos Şövalyeleri ve Osmanlılar“ adlı çalışmasında, yöneticilik yapmış bir Rodos şövalyesinin 21 ciltlik günlüğünden bahseder ki, gerçekten ilginçtir. Çünkü bu günlükler sayesinde Osmanlı saldırılarının Rodos ve orada yaşayanlar üzerindeki etkisini öğrenebiliyoruz.
Yazı kültürü Batı’da öteden beri hayati bir meseledir. Bu yüzden hemen her konuda, sıradan insanların kaleme aldığı yayınlara rastlamak mümkündür. Özellikle Batı tarihine biraz meraklıysanız bir miçodan din adamına, bankerden marangoza ve hatta bir esire kadar hiç ummayacağınız kişilerden yazılı birtakım belgelere rastlayabilirsiniz. Alelade bir aile babası anılarını yazar ve yazılanları 4 kuşak sonraki torunu okur. Yazı dün ile bugün arasındaki bağı kurar…
Fernand Braudel’in Akdeniz üzerine yazdığı o muazzam eserler genelde resmî kaynaklardan çok sivil anlatılara dayanır. Bu yüzden çok zengin ve renklidir.
Tabii ki bu yazma âdeti tek taraflı bir mesele değildir. Aynı toplumda bu tür eserler tüketilmektedir de.
1571 İnebahtı Savaşı’nda Türklere tutsak düşen Cervantes’in meşhur romanı “Don Kişot” konumuz için iyi bir örnek mesela. Yağmur Atsız’ın söylediğine bakılırsa kitap ilk basımını yaptığı 1605 yılından 1607 yılına kadar tam 12 bin adet satmıştır.
Pekiyi, dönemin Osmanlısında işler nasıl gitmektedir, yazı ve okuma kültürü toplumda yerleşmiş midir diye baktığımızda karşımıza uzun analizlere muhtaç bir tablo çıkıverir. Seydi Ali Reis’in “Mir’atü’l Memalik”ini bir kenara bırakırsak, ilk hacimli seyahatnamemiz, Anabasis’ten neredeyse 2000 yıl sonra, Evliya Çelebi tarafından yazılabilmiştir.
Biz sıradan insanın neden günlüğü yok diye düşünüyoruz ama sıradan insandan önce devlet erkânına bakalım. Bakanlar kurulunu oluşturan vüzeraya mesela…
“Gazavat-ı Hayreddin Paşa” adlı risaleyi yazdıran merhum Barbaros Hayreddin Paşa, icraatının bir kısmını bu eserle kayıt altına alarak büyük iş yapmıştır bence.
Sâî Mustafa Çelebi’nin, Mimar Sinan’ın ağzından yazdığı Tezkiretü’l Bünyan ve Tezkiretü’l Ebniye / Mimar Sinan'ın Anıları adlı kitap da bize İstanbul’a su getirilmesinden Süleymaniye’nin yapılmasına kadar bir dizi Sinan eserinin nasıl vücuda getirildiğiyle ilgili bilgi verir.
Keşke maktül Sokullu Mehmet Paşa’nın hatıratı olsaydı da Don-Volga nehirlerine kanal açma stratejisinin nasıl doğduğunu onun dilinden okuyabilseydik. Yahut dahi sadrazamımız Köprülü Fazıl Ahmet Paşa’nın Avrupa’da hâlâ anılan meşhur St. Gotthard Seferi’ni; Girit’in fethini nasıl ölüm kalım meselesi hâline getirdiğini, bu uğurda aralıksız üç yıl İstanbul’dan ayrı kalarak seferle uğraştığını, bu olağanüstü zor işin altından nasıl kalktığını onun anlatımıyla okuyabilseydik, ne kadar güzel olurdu.
Maalesef bu güzelliklerden mahrumuz. Hafızamız eksik. “Kaleme ve yazdıklarına” yemin eden bir kitaba inananlar olarak ne hikmetse kalemle-yazıyla aramız pek hoş değil. Hayatımızı, yaşadıklarımızı, tecrübelerimizi yazılacak kadar mühim görmeyerek hata ediyoruz. Oysa her hayat kaderin umulmadık zengin izleriyle doludur.
Geçmiştekileri anıp, “neden yazmamışlar” diye soruyoruz ama bugün bizler ne kadar yazıyoruz. Yaşadıklarımızı, bugünün dünyasını torunlarımız okusunlar diye bir kenara not ediyor muyuz? Yazmak bir şeyi anlamak için masaya yatırmak demek. Belki torunlardan önce kendimiz için yazmamız daha doğrudur…
Ali Amca büyük ve hatırı sayılır bir iş yapmış durmadan yazarak. Tarihe not düşmüş. “Buradan bir Ali geçti” demiş… Anlamak isteyenlere zengin bir kaynak bırakmış. Onu tebrik ediyorum.