• İSTANBUL
  • İMSAK
    00:00
    GÜNEŞ
    00:00
    ÖĞLE
    00:00
    İKİNDİ
    00:00
    AKŞAM
    00:00
    YATSI
    00:00
  • 0.0
  • 0.0
  • 0.0

Osmanlı'da Şiilik ve Kızılbaşlık

Yeniakit Publisher
2015-07-21 15:18:00 -
Osmanlı'da Şiilik ve Kızılbaşlık

Psikolog Tarihçi Levent Akıncı, Osmanlı Devleti’nde Şiilik ve Kızılbaşlık meselesini ele alan bir yazı kaleme aldı.

İŞTE O YAZI:

Bildiğimiz gibi Ehli Sünnet ve Şia, bin küsur sene evvelce tefrık olmuş, Ehli Sünnet mezhebleri bazı füruu meselelerdeki tenevvü’ü dışında usul, akide ve fıkıh çizgisini muhafaza edip bu asra dek istikamet üzere istikrarla; ve gerek kesintisiz bir Devlet geleneği yani Hilafet ve bünyesindeki çeşitli Ümera ve Ulema ile kesintisiz birer altın zincirle bu asra dek tevarüs ederek devam edegelmiş; lakin Şia, hem gulat -galiz- derecede sapma ve kaymalara sahne olmuş ve içerisinde çok çeşitli alt fırka teşekkül etmiş, bin bir çeşit dedirtircesine envai çeşit şiilik peyda olmuştur, ve artık her biri ayrı birer “din” olan bu kollardan bir kısmı bu gün hala İran-Irak-Suriye gibi Ortadoğu ülkelerinde ve az da olsa sair ülkelerde varlığını devam ettirmektedir.

Ehli Sünnet mezhebleri ve Şia mezhebleri arasındaki temel farklar ve tarihi köklerine temas etmeden Osmanlı’daki şia-kızılbaş sorunlarına giriş yapmak zordur. Zira ne Osmanlı sünniliği birden ortaya çıkmıştır, ne de İran şiilik ve kızılbaşlığı.

Öncelikle Ehli Sünnet (1) nedir, ve Şia (2) nedir tarif etmek ve tarihi çatışma ve kavgalarını, gerek kalem ehli gerek kılıç ehli arasında her daim cereyan etmiş olan mücadeleyi kısaca ortaya koymak gerekir.

Ehli Sünnet’e ait, ve bir tür dinler ve mezhebler tarihi kitapları olan “Fark” ve “Milel” gibi çeşitli temel kitaplarda (3) , ve çeşitli asırlarda ortaya konmuş “Reddiye” kitaplarında (4) ve yine muasırımız olan bir çok “İfşaat ve Reddiye” kitaplarında (5) ve tarih boyunca daha bir çok “Akaid” veya “Feteva” vs kitaplarında (6) ve hatta bir çok “Tarih” kitaplarında ve vesikalarda (7) Ehli Sünnet ve Şia bazen icmalen bazen de tafsilen tarif edilmiş, ve aradaki farklar ortaya konmuş, bazısında tafsilatlı bir şekilde farklar ve bu farkların sebeb ve neticeleri beyan edilmiş, bazı kitap ve vesikalarda da kısmi bazı izahlar ve nakiller yapılmıştır.
ÖNE ÇIKAN VİDEO

Asrımızda ve yakın tarihte laikçi ideolojiyle ve şii tarafgirliği ile bakılarak ortaya atılan bazı iddialardan bahsederek başlayalım. Osmanlı’da şia ve uzantıları meselesine dair iki büyük şüphe ortaya atılmaktadır, birincisi, ki bu tüm ‘Darul Takrib’ci ve ‘Vahdet’çi (8) şii ve modernist-reformist mezhebsizler tarafından ortaya atılan “Şia ile Ehli Sünnet arasında temel bir fark olmadığı; söz gelimi, Hanefi ile Hanbeli, Maliki ile Şafi arasında ne kadar fark varsa Şia ile de öylesi bir fark olduğu, Şia ve Sünnilik arasındaki İran-Irak-Suriye-Lübnan-Bahreyn-Pakistan-Afganistan-Yemen ve saire ülkelerdeki halihazırdaki el’an 2015 senesi itibariyle en alevlenmiş haliyle mevcut savaş ve sürtüşmelerin aslında yapay olduğu veya tarihi köklerinin olmadığı; veyahut da, tarihte de hep siyaseten bir saflaşma ayrışma olup esasen bu tefrıkin ilmi-akidevi bir aslı olmayıp tamamen jeo-politik ve yapay olduğu vs” (!) iddiasıdır. Bu sadece Osmanlı özelinde değil tüm islam tarihi boyunca bu farkın aslında yapay bir ayrım veya tarihi bir hata olduğu ve hakikatte şia ile sünniliğin islamın iki kardeş kolu (?) olduğu iddiasıdır; diğeri de “Osmanlı’nın kuruluşunda, ilk asırlarında şia veya uzantılarının hakim güç olduğu veya halk arasında mevcut ve çok yaygın olduğu” (!) iddiasıdır. (9)

Bu iddialara temas edeceğiz. Lakin evvela Ehli Sünnet ile Şia hakkında umumi bir tarif ve tasnif yapmak gerek. Sonra tarih boyunca iki taraftan da kalem ve kılıç ehli arasındaki çatışmaları kısaca bir gözden geçirmek gerek.

Ehli Sünnet Vel Cemaat; namı diğer Fırka-i Naciye veya Taifetül Mansura; dipnotlarda bahsettiğimiz eserler ve benzerlerinden alınacak genel bir bir tarifle; “Maturudi-Eşari-Selefi-Zahiri” gibi dört akide mezhebi, ve “Hanefi-Şafi-Maliki-Hanbeli-Zahiri” şeklinde de beş fıkıh mezhebi olarak “Ehli Sünnet” şemsiyesi altında bir akide birliğine sahip olan ve Asrı Saadet’ten temellenen ve Emevi-Abbasi-Osmani hilafetlerini çıkarmış ve Arz’da 1300 sene boyunca yegane İslam Devleti, İslam İktidarı olmuş, Hint Okyanusu’ndan Atlas Okyanusu’na, Altaylar’dan Atlaslar’a, Yemen ve Habeş’den Kafkaslar’a ve Balkanlar’a “fütuhatlar” yapmış, Akdeniz, Karadeniz ve Hazar’ı bir Müslüman iç gölü haline getirmiş bununla da yetinmemiş Hint ve Atlas Okyanusları’nda da gemi yürütmüş, Nil ve Fırat, Seyhun Ceyhun, Tarım ve Tuna’da suladığı atını Alpler’de, Atlaslar’da ve Altaylar’da koşturmuş olan Fatih Ecdadımız’dır.. Tüm bu Sünni ulema, ümera ve avam her daim mevcut Sünni halife ve sultanlara tabi olmuş, “Şam-Bağdat-Kahire-İstanbul” hilafetinin her birinin devrinde Halifelik şemsiyesi altında Ümmet cem olmasını bilmiştir. Bazı alt farkları olsa da neticede mevcut Sünni Hilafet’e her daim hepsi biat etmişlerdir. Ve bu sünni mezheblerin uleması çok defa birbirlerinden istidlalde bulunmuş, birbirinden nakiller yapmış, istifade etmiş ve yekdiğerini hayırla yad etmiştir. Ve en belirgin bir diğer ittifak da şudur, bütün bu Sünnilerin “Şia-Mutezile-Batıniyye-Havaric-İrca” vs gibi bid’at ehli, hurafeci veya sapkın diye tarif ettikleri fırkalara muhaliftirler ve onlara karşı her zaman cem olmuştur. (10)

Ehli Sünnet’in tüm bahsettiğimiz alt kolları; Akidede ve Fıkıhtaki tesmiye ile sayacak olursak; Eşariler, Maturudiler, Zahiriler, Selefiler, Hanefiler, Şafiler, Malikiler, Hanbeliler; hatta buna mutedil mütedeyyin Sufiler’i de eklersek; hepsi de üç cihetten de kardeş ve cem oldukları sabittir:

1) Siyasi Vahdet: Mevcut Halife veya yerel Sultanlar Sünni oldukça, bahsettiğimiz fırkalardan olan sünnilerin her birisi de biattan el çekmemiş ve devlete tabi olmuştur, mezhebi taassuba düşmeden Sünni Devlet’in sancağı altında cem olup gaza etmiştir, o sancak altında dahili ve harici tehditlere karşı her daim vahdet üzere olmuştur.. Hep birlikte fütuhat yapmış ve fütüvvet ehli sayısız veli ve alim, gazi ve şehit çıkartmıştırlar..

2) İlmi Vahdet: Bahsettiğimiz tüm Sünni fırkaların mezheblerin alimleri yek diğerini hayırla yad edip mezhebi taassuba düşmeden diğerinden nakiller yapıp istidlallerde bulunup, birbirlerine referans olmuşlardır. Bazı mezhebi ihtilafları olsa da, yeri geldiğinde birbirlerinden faydalanmışlar ve görüş alış verişinde bulunmuşlardır..

3) Bu ikisinin bir sebebi ve neticesi olarak; Şia-Mutezile-Havaric-İrca-Batıniyye gibi Bid’at ehli Hurafe ehli sapkın fırkaların batıllığında tüm bu Sünni Ulema ittifak etmiş ve icma ile bunlara muhalif olup bu fırkaların fikir ve işlerinden sakınıp sakındırmışlardır, ve birbirlerini bu saydıklarımız ve benzeri fırkaları gördükleri gibi ‘sapkın-bidatçi’ diye görmemişler ve tüm iç fark ve füruat nevinden ihtilaflarına rağmen bu gibi bidatçi fırkalara karşı birleşmişler ve mücadele etmişlerdir. Ulema kalemi ile Ümera da kılıcı ve siyaset ve kanunlarıyla icraatlarıyla bu taifelerle mücadele etmişlerdir.

Vaktiyle bir çok daha Sünni fıkıh mezhebleri var iken zamanla bunlar bahsettiğimiz dört mezheb içerisinde erimişler ve bu manada bu güne gelebilmişlerdir. Lakin artık müstakil birer mezheb olarak kalmamışlardır. İmam Gazali, Süfyan-ı Sevri hazretlerinin mezhebi mensubu sünnilerin çok az kaldığını beyan eder, ki bu bin sene evvelki manzaradır, çok geçmeden tamamen kaybolmuştur. Sevri hz de ve başka da büyük alimlerin de kendi mezhebleri ve fikirleri olagelmiş ama bunlar mevcut dört mezhebin içerisinde eriyerek, bu şekilde günümüze erişmişlerdir. (11) Yani bildik yok olup heba olma durumu söz konusu değil. Bu günkü sünni mezhebler ve eserler içerisinde görüş ve fetvaları bize ulaşabilmiştir. Sadece, müstakil birer mezheblikleri kalmamıştır..

Dipnotlarda verdiğimiz kadim ve cedid eserler bu bahiste gayet kafi derecede malumat vermektedir. Ehli Sünnet hakkında bir çok temel eser, usul kitabı, mezhebler tarihi kitapları, ve bir çok araştırma kitabı mevcuttur.

Dönelim Şia ve Kızılbaş taifesine. Bahsettiğimiz eserlerden ve sayısız kitap ve vesikadan öğreniyoruz ki; Şia taifesi Ehli Sünnet cephesinden iki cihetten dolayı adeta iki defa tekfir ve tefsik edilmiş.

1) Şia taifesinin malum “Batıl” itikat ve fikirleri, söz ve amelleri.. Çeşitli mit ve ritleri.. Ki, sadece en ılımlı veya en makul(?) sayılan Caferilik (İsna Aşeriyye veya İmamiyye de denir, bu günkü şii nüfusun ekserisini teşkil eder ve İran ve Irak, Lübnan ve Bahreyn’de bulunur, ve İran marifetiyle artık Yemen’deki bazı kadim Zeydiler’den Husiler denen kol da Caferi’leşmektedir) inancında bile; -haşa- Ashab’ın haşa toptan tekfiri, Validelerimiz’in tekfiri ve iffetsizlikle ithamı, İmamlar’ın ismet sıfatına haiz olması, Allahu Teala hakkında haşa karar değiştirmesi manasında olan Beda inancı, Gaib ve Mehdi diye beklenen imam inancı, hatta ‘Kuran tahrif edildi asıl Kur’an Mehdi ile gelecek’ inancı gibi haşa, küfür içre küfür fikirlere sahipken; Nuseyri, İsmaili ve çağdaş bir kısım Safevilik hakkında konuşmaya bile gerek yok.. Bu zındık fikirleri ve bunları gizli ve aleni yayma misyonerliği sebebiyle sürekli Rafızi taifeler ve teşekküllerin üstüne giden Sünni ümera ve ulema her devirde bu hususta daima ayık olma gereği hissetmiştir. Bir çok reddiyeler kaleme alınmış avam bu hususta techiz edilmiştir.

2) Şia taifesinin “Siyasi” ihanetleri. Çeşitli devirlerde, hatta denebilir ki tüm tarih boyunca, Haçlı ile, Moğolla, Venedik’le, Rus’la, ve saire ehli küfür düşmanla işbirliği yapıp sürekli Ümmet’i sırtından hançerlemesi.. Şia inancında mehdi zuhur etmeden, kılıç inmeden ve gökten bir münadi seslenmeden cihad olmayacağı ve Şer-i Şerif ile hükmeden bir Devlet kurulmayacağı içindir ki, sürekli Sünni ümmet ile cihad(?) etmişlerdir.. Moğollar’ı Bağdat’a davet edip Halife’yi şehit ettiren Vezir Alkami ve Hoca Nasır Tusi Şii idi. Haçlılar’la işbirliği yapan Mısır Fatımileri de Şii idi, Suriye İsmailileri de.. Osmanlı’nın en zor zamanlarında ve Avrupalı Haçlı ittifakına karşı gaza ettiği anlarda en kritik dönemlerde bile fırsatçılık yapıp sırtından vuran ve batı ile anlaşan Safevi de Şii idi.. Asrımızda ve el yevm; Rusya, Kızıl Çin, Hindular, Avrupa ve Amerika ve saire tağutlarla işbirliği yapıp Afganistan, Pakistan, Yemen, Irak, İran, Suriye, Lübnan, Bahreyn ve saire beldelerde sürekli Ümmet’e karşı savaşan da Şiiler!.. Şia tarihinde asla bir asli kafire karşı gaza görülmez, şianın tarih boyunca bütün cihadı(?) Ümmet’e karşı olan savaş ve isyanlarından ibarettir.. Şia eliyle fethedilmiş darı islam yapılmış bir memleket tarihte yoktur! Atlantik’den Pasifik’e, Altaylar’dan Atlaslar’a, Anadolu’dan Balkanlar’a, Yemen Habeş’den Kırım’a Bosna’ya.. Tüm bildik Memalik-i İslam Ehli Sünnet Gaziler eli ile fethedilmiştir. Bir kısım Şia ve Kızılbaş taifeleri ise sadece dahilde, ve özellikle harice karşı en amansız mücadele verdiğimiz kritik dönemlerde isyan ve fitne çıkartmaktan ibaret bir gaza(?) anlayışına sahip olagelmişlerdir..

İbni Teymiyye ve çeşitli alimlerin Şia ve Yahudi ve Hıristiyanlar arasındaki bazı ilginç ibretlik benzerliklerden bahsettiği reddiye kitaplarında yazan benzerliklere ek olarak; asrımızda da zuhur etmiş olan bazı ibretlik benzerlikler görmezden gelinemez.

Mesela, İran devrimi sürecinde bazı Caferi ayetullah denen ruhbanları ayetullah Humeyni’ye karşı çıkmışlardır. ‘Sen mehdilik mi iddia ediyorsun’ kaabilinden çıkışları olmuştur. Halihazırda bir kısım -bazıları Hüccetiye denen guruptan da bahseder- mollalara göre aslında İran devrim ve devleti gayrı meşrudur. Zira mehdi gelmeden cihad da olmaz şeriat da icra edilemez! Humeyni de bu türden muhalefete “Mehdi’yi zelil bir şekilde beklemektense izzet içinde bekleriz” gibi süslü kelamlarla cevap vermeye çalışmış ve neticede sözde şer’i aslında ise modern safeviler olan devletini kurmuştur.. Ama, yine de silahlı mücadele yapmadan, halkı tankların önüne sürüp(?) ezen tanklara karşı gül atıp altında ezilmeleri pahasına silah ve cihada başvurmaksızın bir devrim yapıp, “Cihad” yerine Gandhi’nin sivil itaatsizliği gibi bir ucube ve solun “Devrim” metodunu denemiştir, zira mehdi gelmeden silah ve cihad olamazdı.. Elbette ki gerçek Caferi Şii olan muhalif mollalar doğru söylüyorlar, Şia’nın gerçeklerini ortaya koyuyorlardı. Yani, şii doktrinine göre esasen her türden tağuti işgal altında ve onların idaresinde, dünyanın neresinde olursa olsunlar tüm şiiler, mehdiyi beklemekle ve takiyye yapmakla mükelleftiler.. Humeyni bu çelişkisini “Velayet-i Fakih” tezi ile ve bahsettiğimiz türden açıklamalarıyla kapatmaya çalışmıştır..

Benzer durum Hasidik yahudileri ile İsrail Siyonist devleti arasında söz konusudur. Gerçek Yahudiler olan Hasidikler’e göre devrimci Siyonist yahudiler, David Ben Gurion ve Ariel Sharon vs kurucu kadro ve tüm İsrail yöneticileri sapmıştır. Zira beklenen Mesih gelmeden devletleşmek günahtır, savaş ve isyan vs hareketler de öyle. Mesihleri gelene dek dünyanın neresinde olursa olsunlar her bir yahudi diasporada bulunduğu ülkelerin idareleri ile barışık yaşamalı ve takiyye yapmalıdır, ancak mesih geldiğinde savaşmak ve devletleşmek meşrudur. Bu babda Humeyni’nin zilletle değil izzetle beklemek sözüne benzer şekilde, “Mesih’in yolunu açıyoruz” veya kolaylaştırıyoruz gibi kelamlarla açığı kapatmaya çalışan Siyonistler esasen kendi akidelerinden sapmıştırlar..

Hülasa, “Yahudilik” ve “Şia”; iki din arasında da böylesi bir mutabakat veya ibretlik benzerlik mevcuttur! İkisi de din için kutsal savaş ve devletleşip şeriatları ile hükmetmek caiz değil, ta ki “Bekledikleri Kurtarıcı Lider” gelene dek; diye bir inançta müşterekler. Buna rağmen başka hesaplarla sabırsızlanıp devrim ve işgal sürecine giren “İran” ve “İsrail”; Hüccetiye Şiileri ve Hasidik Yahudileri gibi asıl-ortadoks şii ve yahudilere göre sapmıştırlar, ve bunu da çeşitli süslü laflarla ve bahanelerle ve yeni icat bidatleri ile kapatmaya çalışmışlardır. Ve ilginçtir bu günde ümmetin başına bela iki unsur vardır Ortadoğu’da. Şia lobisi ve Yahudi lobisi. İran ve İsrail. Ve aralarındaki danışıklı dövüş ve sureta tehditleşmelerin perdelediği asıl hakikat ve pasta paylaşımı şudur ki; mesela; Irak ve Suriye’de Şii-Nuseyri-Dürzi vs taifeleri İran; Barzani ve Pkk gibi Kürtçü taifeleri de İsrail donatıp Ehli Sünnet üzerine salmaktadır.. Başka da müşterekleri vardır iki taifenin de.. İbni Teymiyye’nin bahsettiği o meşhur benzerliklerine bunları da eklersek birbirinin aynısı oldukları bir kez daha gün gibi sırıtmakta ve ayrıca, İbni Sebe gibilerin Yahudi olduğu hakikati ile de ayrıca bir ibretlik muvafakat arzetmektedir..

Evet,  intizarcı -beklemeci- ve takiyyeci -münafık- bir kısım Şia taifesi asla bir ülke fethetmemiştir. Asla Haçlı veya Moğol veya Bizans veya Avrupa ile cihada girmemiştir, tüm cihadı(?) islam devletlerine isyan etmekten ve fitne yaymaktan ibaret kalmıştır..

İslam’ın keskin kılıçları olan Gazi Kumandan Sebüktekin ve oğlu Gazi Sultan Gazneli Mahmud, Tuğrul Bey Gazi, Gazi Sultan Salahaddin Eyyubi, Gazi Sultan Zahir Baybars, Halife Sultan Selim-Süleyman-4. Murad Gaziler, Gazi Özdemir Paşa ve oğlu Gazi Özdemiroğlu Osman Paşa’lar vs büyüklerimiz her daim bu taifeye karşı gereken mücadeleyi muvaffakiyetle vermiştir. Bu Ehli Seyf’in şanlı kılıçlarına refakat edercesine Ehli Kalem nice alim, Hüccetül İslam Muhammed Gazali, Şeyhülislam İzz Bin Abdusselam, İbni Hazm, İmam Nevevi, Şeyhülislam İbni Teymiyye, İmam Şatıbi, İmam Kurtubi, Hafız İbni Hacer, Şemsül Eimme  İmam Serahsi, Şeyhülislam Ebu Suud, İmam Birgivi gibi nice alim de bu muzır fırkaya reddiyeler yazmış, çeşitli fetvalar vermiş ve kalemleri ile kılıca destek olmuşlardır..

Evet, Şia taifesi bir cihetten Belam Bin Baura (İhanet örneği) gibi, bir cihetten de Samiri (Tahrifatçı-Bidatçi örneği) gibiler. Yani adeta iki kere küfür iki kere sapkınlık.. Bundan sebebdir ki, aşağıda bazı nakillerde de daha iyi anlayacağız; “Bu taife ile yapılacak olan cihad, tüm sair taifelerle (Haçlılar’la) yapılacak olandan daha ehemmdir” diye fetvalar verilmiştir.. (12)

Bu da bize, 4. Murad neden 30 yıl savaşları denen iç savaşları fırsat bilip Avrupa üzerine gitmedi de Bağdat için Safevi üzerine vardı sualinin cevabını verir.. Bunun iki sebebi vardı, birincisi; Ehli Sünnet Hanefi usul ve feteva kitaplarında net bir şekilde denmiştir ki; “Bir islam beldesi işgal olundukta, o ülke halkı düşmanın hakkından gelemezse veya gelmezse; en yakın tüm memalik-i islam ahalisine cihad farzı ayn olur, onlar da işgali def’e güç yetiremezse sair yerlere de cihad farzı ayn olur ve hakeza yeryüzünde bir tek müslüman kalmayıp hepsi helak oluncaya dek farzı ayn olması devam eder”. (13) Yani koskoca bir beylerbeyilik elden gitmişken orasını bırakıp da Avrupa’da yeni fetihler yapmak caiz olmazdı. Zira fütuhat bir vecibedir farzı kifayedir bazı, ama işgal edilen darı islam’ı kurtarmak farzı ayndır.. Birinci sebeb budur İran seferlerinde. İkincisi de, işte yukarıda bahsettiğimiz Şia zındıklığıdır, bu taife ile savaş Ehli kitab küffar ile savaştan ehemmiyetli ve evveliyatlıdır denmiş aynı kitaplarımızda. Şia dailerinin ümmetin arasına sızıp cahil bazı kesimleri ifsad etmesi asla kabul edilemez ve sessiz kalınamaz. Yine akide ve feteva kitaplarımızda, Zındık Şiiler için “Kestiği yenmez, kızı alınmaz” diye fetvalar mevcuttur..

Nisbeten daha mütedeyyin daha doğrusu gulat düzeyde sapmamış olan bir şiilik ve kızılbaşlık için durum biraz daha ılımlı ve farklıdır.. Bu ayrıma da hep dikkat edilmiştir. Lakin takiyyeci rafıziler hep sair şiiler gibi görünerek fitne ve fesada devam ederek arasına sızdığı tüm şii ve alevi kesimleri devlet için hedef haline getirmişlerdir, yine de Ehli Sünnet devlet ve orduları bir takım temel farklara riayet etmeye çalışmış kurunun yanında yaş yanmasın kaidesine uymaya çalışmışlardır. Görüldüğü üzere, rafızi yani zındık şii ve kızılbaşlar, en büyük kötülüğü aralarına sızdıkları veya kisvelerine büründükleri sair şii ve kızılbaşlara yapmıştırlar böylece.. Aynı şekilde batıni sufiler sair sufilerin kisvesine bürünerek fesadlarını yaymaları ile en büyük kötülüğü tarikatlere yapmıştırlar. Ve elbette ki bu türden takiyye ve sızmalar sebebiyle bizim hepsine şüphe ile bakmaktan hali olmamız düşünülemez..

Ta ilk asırlarından beri çeşitli alt fırkalara ayrılan ve her devirde ve coğrafyada bazı farklı kisvelere bürünen Rafızilik esasen özde aynı bidat hurafat üzerine kurulu aynı akidedir. “Sebei-Hamdani-Büveyhi-Karmati-Fatımi-Batıni-Safevi-Republici..” vs, esasen değişen bazı tabelalar ama görülen o ki öz hep aynı.. “Republic of the sözde islamic iran” devleti bu günde bütün dünya şiilerini, en gulatı olan Nuseyriler vs de dahil tamamını kardeş ve mücahid ilan edip Irak-Suriye-Yemen-Bahreyn-Pakistan ve İran’da topyekün bir savaş açmıştır Ümmet’e karşı!.. “Ali’ci(?) olsun da ister dürzi nuseyri ister ismaili ister baasçı olsun farketmez, hepsi de kardeşimdir” gibi bir mantıkta olduğunu bir kez daha ortaya koymuştur. Yemen Zeydi şiilerinden Husiler denen bir taifeyi tamamen Caferi şii yapan ve silahlandıran İran Cezire’de bir çok fesad ve savaşa ve Sünni katliamına imza atmaktadır. Ve her seferindeki gibi geri çekilip, sıyrılmasını bilmektedir. İnsanlar “terör” diye sürekli sünni cihadi ekollere tenkitler yağdırırken bütün şii toplumları silahlandırıp kışkırtan İran her seferinde arka planda sinsice sıyrılmakta aklanmaktadır.. Ve muasır Safeviler olan “The Republic Of The -Sözde- İslamic İran”; bir yandan Yahudi lobileri ile, bir yandan Asya’daki Kızıl blokla, Çin ve Kuzey Kore ve Venezuela, ve Rusya ile ve Hindular ile; bir yandan da el altından Abd ve Avrupa ile işbirliği yapmakta çeşitli siyasi-askeri anlaşmalarla bu kardeşliğini(?) pekiştirmekte, hatta Irak’la olan sekiz yıl savaşında İsrail’den silah almasıyla Yahudiler’le; vahdet ve zifafı gerdek olan İran ve avanesi rafıziler, mesele Ehli Sünnet İslam Alemi olduğunda, Şarki Türkistan-Myanmar-Filipinler Moro-Bangladeş-Açe-Keşmir-Afganistan-Çeçenistan-Irak-Suriye-Filistin-Mısır-Libya-Yemen-Nijerya-Somali-Karabağ-Kırım-Dağıstan-Abhazya-Patani-Angola-Çad-Mali vs memalik-i islamdaki tüm cihad beldelerindeki meşru cihad eden Ehli Sünnet direnişçilere “terörist” demekte ve her bir ülkede oraların işgalcisi küffar ile dost olmakta hatta Suriye ve Irak ve Yemen ve Lübnan örneğinde gördüğümüz üzere direk devrim muhafızlarını askerlerini ve sayısız silah ve mühimmatını yollayıp ümmete vurmaktadır.. (14)

3) Bir diğer sapkınlık da bazı “fıkhi-ahlaki” sapkınlıklar olarak ayrıca sınıflanabilir. Şia’nın en eli yüzü düzgünü diye pazarlanmak istenen Caferilik’de bile şu zikredeceğimiz galiz ve sarih küfürler mevcutken diğerlerini konuşmaya bile gerek yok demektir. Verdiğimiz kaynaklarda, şianın kendi temel kaynaklarından nakillerle sabittir ki; Şiada Mut’a nikahı denen süreli anlaşmalı geçici nikah denen fuhuş caiz, hatta daha sevap(?), daha faziletlidir.. Yine şiilerde kadınla ters ilişki de caizdir(?).. Burada daha fazla açmak istemediğimiz başka da sapkınlıklar vardır, bu kadarı kafi olsa gerek.. Fazlası için verdiğimiz kaynaklara bakılabilir..

Kısacası şianın ve uzantısı bir kısım inançların batılları ve ihanetleri hakkında bu kısa bilgiler bile başta bahsettiğimiz, “Ehli Sünnet ile Şia arasında temel bir fark veya tarihi bir husumet yoktur, yapaydır” iddiasını çürütür..

Şimdi, Osmanlı’nın kuruluş ve yükselme asırlarında, daha açık söyleyecek olursak ilk Türk Halife olan Selim Han zamanına kadarki süreçte devletin ve askerin de, halkın da genel inancı kızılbaşlık idi, veya çok yaygındı, Selim Han ve sonraki tüm halifeler sırf bir siyasi rekabet sebebiyle sünniliği tercih etti şiileri veya kızılbaşları tasfiye ve katlettiler iddiasına gelebiliriz.. (15)

Evvela bu türden komik iddiaları kimler ortaya koymakta önce ona bir göz atmak gerek. Yani, tarihi bilgilere belgelere temas etmeden evvel, tersten giderek bir ip ucu arayalım. Bu düşünce genellikle, o şanlı ecdadın ihtişamının tüm dünyayı titretmişliği karşısında şiadan böylesi bir Adil iktidar ve Gazâ devleti çıkmadığı hakikatinin altında ezilerek tarihi kendine mal etme(?) çabasındaki bazı “Kızılbaş” komşularımızca ortaya atılmaktadır.. Anadolu’ya ilk gelen fatihler için de benzer iddialar ortaya atılmaktadır.. Zira bahsettiğimiz üzere,  tarihte hiç şii fütuhatı yok, işgallerde de hiç şii direnişi yok, hatta bırakalım direnmeyi bizzat fırsat bu fırsat dercesine yer yer Haçlı ile Moğolla ve Avrupa ile Rusya ile işbirliği var!  Keza bazı “Türkçü” ırkçı kesimler de, Şah İsmail ve avanesi de öz be öz Türk idi, Osmanlı ise daha çok devşirme idi, biz safevileri de kucaklamalıyız mantığıyla bu türden vehimlere kapılıyor, Osmanlı’nın ilk asırlarında alevilik olduğu inancına evvela da kendilerini(?) inandırıyorlar.. Bir diğer kesim de “Hümanist” tiplerdir. Kendi kurgularındaki sözde evrensel kardeşliği tarihe giydirmek(?) istemektedirler.. Ve “Laikçi“ Ulusalcı Kemalist vs bazı çevreler de bu inancı körüklemektedirler, zira mevcut laik rejim sınırları içinde binlerce alevi komşumuz yaşamaktadır neticede, onlara da mavi boncuk dağıtmak(?) adına böylesi komik iddiaları dillendirmektedirler.. Bazı sözde bilimsel tavır sahibi(?) “Akademisyenler”imiz de bu yalanı öne sürmekteler, ve Osmanlı Padişahları’nın ve Ulema ve Ümera ve Askerleri’nin niyetlerini okumak gibi bilimsel(?) bir usluptan geri durmamakta ve, “Onlar aslında sünniliği siyaseten seçtiler asıl mesele iktidar hırsı idi, kuru bir cihangirlik davası idi” demektedirler..

Osmanlı’nın ilk asırlarında şiilik veya kızılbaşlık vardı iddiasının komikliğine dair evvela sıradan bir insanın bile görebileceği basit bir delil ile yani devlete ismini vermiş olan kurucusunun ismi yani “Osman” ismi hakikati ile başlayalım. Evet, herhangi bir vatandaş bile şunu rahatlıkla görebilir ki şiilikte Osman ismi şerifi haşa lanetlidir. Asla “Ebubekir, Ömer, Osman, Aişe, Hafsa, Sıddık, Faruk” vs isimleri almazlar. Daha çok “Ali, Fatıma, Hatice, Hasan, Hüseyin, Aliekber, Aliasgar, Ali Rıza, Cafer, Muhammed Bakır, Ali Zeynel Abidin, Eşter..” gibi isimleri alırlar. Sünniler ise bütün bu isimleri, gerek Sahabe-i Kiram’ın ve Validelerimizin gerekse Ehli Beyt büyüklerimizin ve seyyid ve şeriflerin hepsinin de ismi şeriflerini bir arada alırlar. (Radıyallahuanhumecmaiyn) Hatta bazen “Ali Osman” gibi, ikisini birlikte alırlar. Herhangi bir ayrım yapmaksızın bütün bu büyük isimleri çocuklarına verirler. Camilerde ve sancaklarda flamalarda “Lailaheillallah Muhammedunresulullah” lafızlarından yani Kelime-i Tevhid’den veya “Lafzatullah ve Lafz-ı-Muhammed”den sonra sırasıyla “Ebubekir-Ömer-Osman-Ali-Hasan-Hüseyin” yazılıdır.. Evet; Osmanlı devletinin kurucusu dahil üç sultanın adı Osman’dır. Bir tanesi olsa tesadüf, ya da aslında başka bir isimdi de nakledilirken hata oldu vs diye yaygara basarlardı belki, lakin devletin adı her daim Osmanlı diye anılmıştır, bu bir. İkincisi; daha sonra iki tane daha sultanın adı Osman olmuştur. Ayrıca, diğer iki sultan da Bayezid yani Eba-Yezid adına sahiptir. Bir çok şehzade veya saraylı ve eşraf isminde Hatice, Fatıma, Ali, Hüseyin gibi isimlerle birlikte Aişe, Hafza, Ömer, Osman gibi isimler de mevcuttur.. İsim babında başka alanlarda da bir çok misal verilebilir.. Akıncı Ömerbeyoğulları, ya da kendilerini hazreti Ömer’e nisbet eden Deliler, veya Yavuz Sultan Selim’in validesi Ayşe Sultan ve kız kardeşi Ayşe Sultan gibi sayısız isim örneği bulmak mümkündür. “Hani Selim Han’a gelinceye dek şiilik veya kızılbaşlık hakim idi” diye sormazlar mı adama!.. Kısacası onomastique’den yani isimbilim’den faydalanacak sayısız misal var elde, bu bahsettiklerimiz kafidir.

Osmanlı ilk başlarda kızılbaş idi iddiasının yalan olduğunun bir diğer kanıtı da; ta kuruluştan itibaren “Fakı” yani fakihlerin, “Molla”ların var oluşu ve; Fakih ve Şeyh Edebalı, Dursun Fakih, İshak Fakih, Osman Yahşi Fakih, Molla Taceddin Kürdi, Molla Davud-u Kayseri, Molla Hattab-ı Karahisari, Cendereli Mevlana Kara Halil vs nice Ehli Sünnet aliminin sultanların emrinde ve yanında tam yetkili olarak yer almasıdır! Daha sonraki asırlarda devlet büyüdükçe ve tüm ümmete mal oldukça, ve nihayet tüm ümmetin emirliği yani hilafet olunca, yüzlerce binlerce böyle alimler görülecektir. Tüm civar beldelerin alimlerinin merkezi İstanbul olacaktır. Ama ta en başta bile nice büyük Ehli Sünnet alimi ve bazısının hala daha elimizde olan eseri veya fetvası vs çeşitli vesikalarının mevcudiyeti malum iddianın yanlış ya da yalan oluşunu ap açık ortaya koyar. Aynı durum Anadolu’nun ilk fatihleri olan Sultan Muhammed Alparslan Gazi ve diğer gazi emirler ve yanlarındaki alimler için de geçerlidir. Bu, ilk Müslüman Türk Hakan olan Ebu Cafer Almış Han ve AbdulKerim Satık Buğra Han’lardan, Gazneli Mahmud Bin Sebüktekin Gazi ve Muhammed Alparslan Gazi ve Osman Gazi ve Gazi Sultan Muhammed Fatih ve Halife Sultan Süleyman Gazi ve sonrasına dek.. Mustafa Kemal’in “Serseri Fatihler” (16) dediği ve “İğne -bir tür faiz- usulüyle alışveriş yapar, öküzün kuyruğuna yapışıp ekin ekmeye razı olur ve cihadı terkederseniz Allah sizi zillete düşürür. Dinine -cihada- dönünceye kadar zilleti üzerinizden kaldırmaz.” meallerindeki hadislerin (17) aksine olaraktan(?) sabanın öküzün peşine takılmayıp da kendilerinin peşlerine düşerek sürekli sersefil ve mağlub olduğumuzu iddia ettiği bütün o şanlı fatih ecdadımızın hepsi için geçerlidir. Hepsi de Ehli Sünnet idi, ve yanlarında keskin kılıçlarına nurlu kalemleriyle destek olan nice Ehli Sünnet alim ve meşayıh mevcut idi..

Kızılbaş Türkmen toplumları medeni değil bedevi türklerdir. Zaten Osmanlı’da bir yerde Türkler veya Türk’lük-Oğuz’luk veya Kürtlük övülmüşse, orada İslam ve Sünni olanları kastedilerek övülmüş, bir yerde de “Etrak-ı bi-idrak” veya “Ekrad-ı bi-akl-u-din” vs kelamlarla yerilmişse orada da Kızılbaş türkler veya Yezdi kürtler veya asiler eşkiya olanları vs kısacası bedevi, asi, şaki veya zenadıka kesimler kastedilmiştir. Ehli Sünnet medenidir, şehirlidir, bir merkezde kadılık-kaza- dahili veya çevresinde cuma kılar -cem evi değil cami vardır- ve merkez-ulu camii ve çevresindeki külliye-medrese-imaret-çeşme-hamam-han-aşevi vs tam bir kurumlaşma ve şehirlileşme durumu söz konusudur. Oysa şia bir yana, kızılbaş göçerler veya köylüler asla böyle değillerdir. Ne yazılı bir kaynağa, nakle sahiptirler, ne fıkıhları ne de devletleşmeleri ve kurumsallaşmaları söz konusudur.. Oysa Osmanlı ta Osman Gazi’den ve Orhan Gazi’den itibaren bütün bunları tesis etmiştir, ‘Ehli Seyf’ ile ‘Ehli Şer’ omuz omuza bu kurumsallaşma ve teşkilatlanmayı inşa etmişlerdir. Bu bahiste bir çok kaynak ve araştırma kitabı gibi, mesela Halil İnalcık’ın aşağıdaki dipnotta verdiğimiz makalesine de bakılabilir. İlk baştan, ta Osman Gazi’den itibaren böylesi kurumsallaşmanın söz konusu olduğunu belirten İnalcık, asıl-öz olanın Sünnilik, zaman zaman kırsalda ve göçerler arasında baş gösteren uç ve muhalif görüşlerin Kızılbaşlık olduğunu vurgular. Batılı kitaplarda da Ortadoks -Sünniler- ve Heterodoks -Kızılbaşlar- gibi ifadelerle bu fark belirtilir.

Kuruluşta kızılbaş türkmenler vardı iddiasını çürüten bir diğer delil de, zaten bütün bu devletleşme ve teşkilatlanmanın, ve fıkhın ve usullerin zaten Emevi-Abbasi-Selçuki’nin bir varisi ve devamı olan Osmanlı’ya buralardan tevarüs ettiği hakikatidir. Ve malumdur ki onlar da hep Sünni idiler.. Yukarıda bazısının ismini zikrettiğimiz tüm o ulemanın kadıların fakıların mollaların bir çoğu Mısır, Şam, Karaman, Konya, Niğde, Bayburt, Diyarbekir, Kayseri,  ve sair Sünni memleket ve beldelerdeki Sünni medreselerde tahsil görmüştürler. Osmanlı evvelki Ehli Sünnet İslam devletlerinin bir devamıdır, itikaden de siyaseten de varisidir.

Barbaros’un sancağında hem Fetih Ayeti Kerime’si , hem Peygamber Aleyhisselam’ın ismi şerifi, hem de dört Boynuz veya Hilal içerisinde Hulafa-i Raşidiyn Radıyallahuanhum’un ismi şerifleri sırasıyla yani Ebubekir-Ömer-Osman-Ali olarak yazılıdır, hem de Zülfikar ve Süleyman Aleyhisselam’ın mührü nakşedilmiştir.. Zira Osmanlı Hilafeti, devrinde İslam adına tüm hepsinin, Enbiya ve Evliya’nın varisi olmaya talipti..

Bu arada, bazı cahiller, bilhassa solcu veya komplocu bazı yazarlar kitaplarında ve internet sitelerinde Barbaros’un sancağında Davut Mührü ya da namı diğer Mührü Süleyman, ve Zülfikar için, bu Masonik gönyedir, önünde de Siyon Yıldızı var, o halde Barbaros kardeşler de gizli Yahudi veya Tapınakçı idi(!) gibi iddialar ortaya atmaktadır. (18) Görüldüğü üzere ağzı torba değil ki büzesin, Selim Han değilsin ki kafasını koparasın! Aynı yazarlar, acaba aynı sancaktaki dört hilal veya boynuz içerisindeki Hulafa-i Raşidiyn Radıyallahuanhum’un ismi şerifleri ve üstteki Peygamber Aleyhisselam’ın ismi şerifini ve Fetih Ayeti Kerimesi’ni nasıl görememişler!.. Ne zamandan beri Yahudiler Kur’an-ı Kerim ayetlerini ve Muhammed Aleyhisselam’ın ismi şerifini ve kendilerini Hayber’de fetih esnasında ve Medine’de Hendek savaşı ihaneti sonrasında kılıçtan geçiren Ashab ve Ali Radıyallahuanhum’un isimlerini bayraklaştırır oldu?..

Mührü Süleyman Endülüs’ten Türkistan’a tüm İslam devletlerinde ve memleketlerinde bir çok cami, medrese ve saire binalarda kabartma veya oyma olarak işlenmiş halde veya sancaklarda nakşedilmiş olarak görülebiliyor. Ve aynı şey Zülkarneyn Aleyhisselam’a atfedilmiş olan Hilal veya Boynuz için de geçerli. Ta selef devrinden beri hilaller simgedir. Esasen ta Sümer’den beri çeşitli kadim cahili kavimlerde bile hilal ve içinde yıldız veya yıldızı andıran çiçek motifi vs bulmak mümkün. (19) Zira dillere destan olan Zülkarneyn Aleyhisselam (20) veya simgesi olarak Hilal veya Boynuzlar, bir çok kavim tarafından efsaneleştirilerekten sahiplenilmiştir. Tahrif edilerek tabi. Günümüzde Türkmenistan devleti paralarında (21) Sakallı bir bilge tipinde Oğuz Kağan ve kalpağının üstünde de bir boynuz çizerler. Yalnız, Viking tarzı boynuzlu miğferler gibi değil de, daha küçük ve kalpağa tutuşturulmuş bir boynuz olarak.. Ve Zülfikar; o da sancaklarımızda sıkça kullanılır..

Sebepleri nedir bu simgelerin denirse.. El cevap: “Allahu Teala dört kula mülk vermiştir, ikisi salih ikisi facir; salihler Süleyman ve Zülkarneyn, facirler de Buhtunnasır ve Nemrud” meallerindeki hadisi şerife (22) binaen olsa gerek ki Zülkarneyn Aleyhisselam’ın miğferi niyetine Boynuz veya Hilal, ki camilerde vs kubbelerdeki alem dediğimiz boynuzlar ve bundan bozma bildik hilaller buradan geliyor; ve Süleyman Aleyhisselam’ın yüzüğünde olup mektuplarında kullandığı mühür olduğu rivayet edilen Altı Uçlu Yıldız sürekli olarak İslam medeniyetinde çeşitli binalarda ve eserlerde ve sanatta ve rukye için yazılan vefklerde vs kullanılmış sembollerdir. Zira Asrı-Saadet-Emevi-Abbasi-Osmani; 1300 senelik islam İktidarı, Şeriat-ı Muhammedi Devleti, Arz’da salih kulların iktidar olup ilahi yasalarla yönetmesi vaadinin tahakkuk ettiği bu devletler; evvelki Enbiya’nın ve Evliya’nın da varisi olmakla övünç duyardı. Evet, Ashab-ı Kehf de bizim seleflerimizdir Ashab-ı Uhdud da, Asaf Bin Berira da, Hızır Aleyhisselam da.. Yahudi ve Hıristiyan ve sair akvama “Biz Muhammediler tüm onların da devamıyız, varisiyiz” mesajı vermek adına olsa gerek ki İslam Ümmeti bu “Hilal-Boynuz” ve de “Mührü Süleyman” dediğimiz Davut Yıldızı’nı çokça kullanmıştırlar. Yani Arz’da Şeriat Devleti’ni, İslam İktidar ve İzzet ve İhtişamını ve tarihselliğini köklülüğünü sembolize eder. Keza “Zülfikar” da aynı şekilde, Cihad-Gaza ve İslam İktidarı’nı simgeler. Zira Davud Aleyhisselam’ın yaptığı ve Peygamberimiz Muhammed Aleyhisselam’a ulaşıp O’nun da Gaza etmesi üzere Ali Radıyallahuanh’a hediye ettiği rivayet edilen bu kılıç İslam devleti ve fütuhat ve ümmetin bekası için sallanmıştır..

Ayrıca, Türkler daha doğrusu Oğuzlar’ın esasen Ortaylı gibi tarihçilere göre Öküz’den geldiği, ve burada öküz’den muradın bu günkü gibi bir hakaret manasında değil, Boğa-Boğaç manasında erkeklik gücüne ve kuvvete atfen tesmiye olunduğu belirtilirse de, esasen Zül-Karneyn yani “İki Boynuz Sahibi” Aleyhisselam’a atfen olduğu, (Kur’an’da bu salih kulun ismi geçmez direk bu sıfatla zikredilir. Ulemamız tefsirlerinde, Zülkarneyn için, nebi mi veli mi diye ihtilaf etmiştir) hatta bazı Oğuzname gibi kaynaklara bakılırsa O’nun da bildik Oğuz Kağan olduğu görülecektir.. Allahu A’lem.. İlginçtir, Abdulkerim Satık Buğra Han (23) veya Dede Korkut hikayelerinde geçen ve Sahabe olduğu da belirtilen ‘Büğdüz Emen’ veya bir diğer kahraman olan ve boğayı yenerek isim alan ‘Boğaç Han’ (24) vs isimlerde de “Buğ-Boğ-Buğa-Boğa-Boğaç..” kökenli ve bu türden çağrıştıran benzer isimler çoktur.. Bir Kafkas kavmi olan Çeçenler’deki Baysangur veya namı diğer Boğasar da ilginç şekilde benzer.. Boğa ve bundan türetilmiş isimlerin sık kullanılması Oğuz, yani İki Boynuz Sahibi diye vasfedilmiş zatın ihtişamına veya onun ahfadı olmaya atfen olsa gerek diye düşünmeden geçemesek de, neticede Allahu A’lem deyip, kat’i bir tahminde bulunamıyoruz..

Keza, böylesi Oğuzname’lerden beslenmiş olan Cam-ı Cem Ayin müellifi Bayati gibi bazı tarihçilere göre Türkler her bir devirde Hanif dinine mensup idi ve mevcut her bir Nebi’ye tabi idi.. Bunlar fantastik ve şayibeli, ve iddialı sözler, biz haşa bir fikir beyan etmemekle birlikte ihtimal de verilebileceği kanaatindeyiz. Bu söylediklerimiz içerisinde en kavi ihtimalli olanları, Mührü Süleyman ve Alem veya Hilal de dediğimiz Boynuz’ların iki cihangir Peygamber’e “Zülkarneyn ve Süleyman” Aleyhimasselam’a atfen kullanıldığıdır, ki gayet makuldür.  Ve Hilal’e gelince; bazı hilaller alem yani boynuz gibi olmakla birlikte hadi bildik hilaldir hepsi de, diyelim, o durumda da şu bir hakikat ki; evvelki İslam devletlerinde tek hilal yani Ramazan Hilali veya Hicret-Hicri takvim devletin simgesi bayrağı olmuş, Osmanlılar da ihtimal ki Receb-Şaban-Ramazan diye üç aylar’a atfen üç hilal olarak devam ettirmişlerdir..

Asıl konuya dönecek olursak; isbat ve izah edildiği üzere, Osmanlı’nın ilk asırlarında şia veya kızılbaşlık vardı, veya kurumlarında Bizans’ın bir taklidi idi (25) gibi iddialar hayal ve kurgudan öte bir anlam taşımamaktadır. (26)

Peki, Osmanlı’da ilk asırlarda, zaman zaman da olsa hiç mi şiilik veya kızılbaşlık görülmemiştir, veya kızılbaş isyanları olmamıştır? Elbette ki bazı dönemlerde bazı şii-batıni kalkışmalar görülmüş ve devlet derhal gereken müdahaleyi yapmıştır. Fitne fesad ülkesi İran’ın Kazvin şehrine sünni olarak giren ama bazı batıni fikirlerle çıkan Şeyh Bedreddin ve yandaşları olan Alevi Börklüce Mustafa ve Yahudi Torlak Kemal’in fitne ve kalkışmaları veya Fatih devrinde yakılarak infaz edilen Hurufiler, veya Kanuni zamanında infaz edilen Melami Hamzaviler ve daha sonraki asırlarda zaman zaman zuhur eden isyancı veya misyonerlik yapan yayılmaya çalışan Mısri gibi bir kısım ehli batıl her defasında şiddetle cezalandırılmıştır. (27)

Yani, Şii veya Kızıllar; ne “hakim” veya “kurucu” güç idiler, bu tastamam bir yalandır; ne de halk arasında “yaygın” idiler. Sadece, zaman zaman “Tasavvuf-irfan” ekolü içerisinde yayılmaya çalışıyor ve devlet de, alimiyle kadısı müftüsüyle, sultanıyla askeriyle her daim onlara müdahale ediyor ve çoğu kez şedid şekilde cezalandırıyordu. Yukarıda da bahsettiğimiz üzere, “Medrese” yani “Şeriat” ilimlerinin ehli her daim emindir, sağlamdır; lakin “Tekke” yani “Tasavvuf” ehlinin zemini kaygandır, bazen yoldan çıkabilmektedir. Bilhassa da, İnalcık’ın ve sair üstatların da vurguladığı gibi, devletin resmi izin verdiği desteklediği ve de böylece kontrol altında tuttuğu dergahlar tekkeler zaviyeler değil de, daha çok, kaçak tekke ve teşekküller daha çabuk “Batıni” veya “Şii”leşebiliyordu. Yani cahil ve göçer -Bedevi- ve saire taifeler arasında daha kolay taraftar bulan “Tasavvuf-Melamilik-Cavlakilik-Kalenderilik-Kızılbaşlık-Şiilik-Batınilik-Hurufilik-İbahilik”; tarih boyunca bütün bunlar iç içe olmuştur. (28)

Üstteki dipnottaki kaynaklar ve ismini vermediğimiz bütün alakalı kaynaklardan elde ettiğimiz malumata göre umumi olarak şunu söylemek mümkündür: “Bedevilik-Tasavvuf-Melamilik-Cavlakilik-Kalenderilik-Kızılbaşlık-Şiilik-Batınilik-Hurufilik-İbahilik” ; tarih boyunca iç içe olmuştur. “Bedevi-Göçer” ve “Köylü-Nebati” toplumlar eğer İslam Devleti tarafından kafi derecede denetlenmezse “Tasavvuf” ile meşgul olur ve bunun da Şeriat kıstasına göre icra edemezlerse ilk olarak “Şii” veya “Kızılbaş” dailerin hedef kitlesi haline geliyor. Bu şiileşme sürecinin katalizörü de bazı siyasi-iktisadi aksaklıklar da olabiliyor. Eğer ülkenin bazı sıkıntılı dönemlerine, ya bir fetret, siyasi kargaşa, ya bir kıtlık veya harp dönemine ya bir takım benzer sıkıntılara rast gelirse bu şiileşme daha da kolay ve hızlı olacak demektir. Nitekim fırsatçı dailer misyonerlikte bazen mahir çıkmış ve bazı beldelerde bazı cahil bedevileri kandırmayı başarmıştır. Yani, şiilerin daha çok savaş ve kıtlık vs zor zamanlarda hep devleti ümmeti sırtından vurmasının ardında böylesi bir fırsatçılık da vardır. Ve bir kısım cahil ve bedevi kesim zorlukların da yılgınlığı bıkkınlığıyla kolayca aldanmıştır..

“Şia” ile de “Batıniyye” kardeş iki fırkadır desek hata olmaz. Hatta eğer bir hata varsa şu şekildedir, ikisi kardeş demek hata olur belki, zira ikisi aynı şey zaten!..

Kısacası her şey “Bedevilik” yani aslında çoğu kez bedeviliğin bir neticesi olan “Cehalet” ile; ve bundan sonra “Tasavvuf-Tekke” perdesi altında başlıyor ve vücuda yayılıyor.. “Şeriat-Medrese” istismarı ile yayılan bir şiilik ya da kızılbaşlık veya batınilik duymak zordur. Bedreddin’in bile, kendisi alim idi lakin medreseliden mürit bulamamış, hazır kitle olarak cahil bazı avamı “değerlendirmiş”, ve Börklüce ve Torlak gibi liderlerini yanına çekerek iş kotarmak, hazır kıta asker bulmak istemiştir. Evet medrese ve medreseli zındıklık için  istismar edilemez. Zira Akidenin ve Fıkhın yani sahih yazılı kaynakların istismarı mümkün değildir. Yani bidat-hurafat sokulması tahrif edilmesi imkansızdır. Şeriat’ın istismarı ancak ilim olarak değil siyasette bazı idarecilerin askerin vs hilei şeriyye yapması veya alenen hükmü çiğneyip zulm etmesi ile olur ki, bu da istismar değil isyandır fısktır. Oysa Tasavvuf yazılı kaynak ve mihengden mahrumdur, dolayısı ile de her an her yere çekilebilir bir yapısı vardır. Bundan sebebdir ki İslam halifeleri sultanları, alim ve şeyhleri her daim tasavvuf-tekke ehlini denetlemek gereği hissetmiş ve bu kontrolün zayıfladığı anlarda bahsettiğimiz bidat fırkalarına dönüşmüşlerdir.. Elbette Ehli Sünnet Vel Cemaat olan sufiler de mevcuttur her zaman.

Osmanlı’da ‘Nakibül Eşraf’lık seyyid ve şerifleri ve şecerece kayıtlarını vs; ‘Meclisüş Şuyuh’ da tasavvuf tarikat ehlini ve silsilename, icazet ve yine şecerelerin kaydı ve şeyh tayini vs işleri denetleyen mühim birer kurumdu. Bu denetim bu kontrol olmasına rağmen bazen bazı istismarlar ve sahtekarlıklar yapılıyorsa, bu kurumlar hiç olmasaydı kim bilir neler dönerdi bu konularda!..

Devletin yasadışı ve uç düzeyde sapkın Kızılbaşlığa altarnatif olarak yerli Aleviliği, Balım Sultan Tekkesi ve Bektaşilik vs şekillerde ön plana aldığı gibi bir iddia tam olarak doğru değildir. Bir kere Bektaşilik çok sonraki asırlarda bildik kızılbaşlığa doğru kaymıştır. 2. Mahmud’un yasaklamasından sonra, artık otoriteyi ve hakimiyeti resmen kaybetmekte ve çekilmekte olduğumuz Balkanlar’da ve son iki asırdır bu günkü Bektaşiliğin oluştuğu bellidir. Balım Sultan tekkesi veya Bektaşilik; Selim Han ve Süleyman Han ve 4. Murad Han gibi şiaya karşı en şedid tedbirleri alan ümeramız veya Ebu Suud Efendi, Birgivi, Kadızadeliler vs nice hassas ulemamız tarafından herhangi bir taarruza veya tenkide, kapatılsın talebine medar olmamışsa, bu da onların en azından bu günkü Bektaşiler Aleviler gibi olmadığının kesin bir kanıtıdır. (29)

Biz burada Bedevilik’ten, ve aslından onun sebeb olduğu Cehalet’in ve bu cahillerin Tasavvuf’unun Şeriat’dan saptığı zaman ne olduğunu, ve hangi zaman ve zeminlerde bu sapmaların olduğu, hangi şartlarda “Kalenderilik, Melamilik, Cavlakilik, Şiilik, Kızılbaşlık, Batınilik, Hurufilik, Sühserlik, Işıklık” ve sair batıllara dönüşebileceğini tarih ışığında ortaya koyuyoruz..

Denebilir ki, Sabbah, Esterabadi, Nesimi, Bedreddin, ve Mısri gibilerde bir miktar ilim veya derinlik söz konusudur. Yine, Şah İsmail’in de, eğer Hatai divanı diye bilinen şiirler gerçekten de ona aitse; az buçuk bir edebi ve dini birikimi olduğu şiirlerinden hissedilmektedir. Elbette böyleleri vardır tarihte. Lakin en tepedeki kimsenin bir derinliği olmakla birlikte taban cehli mürekkeb denecek kadar cahildirler. Bazen korkunç bir uçurum vardır aralarında seviye olarak. Tıpkı Bedreddin’in safına çekip bir kılıç gücü olarak kullanmak istediği Deliorman kızılbaşları veya diğer beldelerdeki müridan gibi.. Bu, ta Hasan Sabbah veya Fazlullah’dan Nesimi’den beri böyledir. Bir kaç karizmatik ve magalomanik liderin etrafında toplanıp aklını iradesini ona teslim eden zır cahil birileri zaman zaman bu müfsidlere aldanmıştırlar. Bunun arka planında bazen başka nedenler de etkin olabiliyor. Devletteki siyasi ve iktisadi aksaklıklar ve istismarların olduğu zamanlarda, savaş, işgal, otorite yokluğu veya dağınıklığı ve kargaşa gibi bir kısım sebebler bu şiileşme ve batınileşmenin temel katalizörüdür denebilir. Yukarıda temas ettik. Ama hepsinden evvel asıl sebeb tabi ki cehalettir. Zira saf bir Ehli Sünnet akidesine az çok vakıf olan nice avam var ki, hiç bir sıkıntılı dönemde devletine küsmemiş ve bu türden hurafatın kucağına düşmemiştir..

Ayrıca, en tepedeki ayartıcıların bazen ikna kabiliyetinin hitabetinin iyi olması ve; bazı söz ve fiillerinin sureti hakdan gözükmesi, her dediklerinin batıl olmaması, ki, dediğimiz gibi hakkı her zaman gizlemeyip, bir çok kez de batılla karıştıran belli bir derinlik-malumat sahibi kimseler olmalarındandır ki bazen mürit sayısı çok da olabilmektedir.. Nitekim tarihte zuhur etmiş hiç bir bidat hurafat taifesi yoktur ki, daisi olduğu davanın içerisinde hak kelamlar ve güzel şeyler de mevcut olmasın! Nitekim bu günde dahi Mealci Modernist Reformist dediğimiz Felsefeci-Neo Mutezili taifeden, Şii ve Batıni Sufiyye vs taifelere, Vahabi-Harici-Tekfirci taifelerden Ilımlı İslamcı-Diyalog veya Demokrasi havarisi Gulat Mürcie ve sair bidat ehli; her biri de şark hikayesindeki “fil” örneği misalli, hakkın hakikatin bir tarafından tutup bütün budur demekte ve o cihette haddi aşıp tahrifat yapmakta ve diğer kısımları red veya tahrif etmekte, ve çeşitli fasit delillerle davasını fikrini yaymaktadır. Kimse kendisini doğrudan batıla, kötülüğe, hurafata bidatlere nisbet etmeyip hepsi de Hak yolda olduklarını iddia etmekte ve böylece zehrini akıtmaktadırlar..

Dönelim Osmanlı’da şiilik-kızılbaşlık meselesine.. Bahsettiğimiz üzere, zaman zaman sağda solda bilhassa göçer cahiller arasında ve devletin badireler atlattığı zamanlarda revaç bulan bu akide hakkında Osmanlı ümerası da uleması da medeni ecdadımız da hatta sünni göçerler de gereken mücadeleyi yapmıştır. Ama, Osmanlı’daki, ‘tacı tahtı bırakıp’ Manisa’ya inzivaya itikafa çekilen ‘Saltanattan Geçen Hakiki Derviş’ 2. Murad Gazi’lerin aksine; ‘Şeyhliğine Şahlık Katmak’ isteyen Safeviler zuhur edince; kızılbaşlığı daha teşkilatlı bir şekilde Anadolu ve Rumeli’nde yaymaya ve isyanlar kışkırtmaya tertiplemeye başlamıştırlar.

Ve neticede Selim Han ile başlayan ve Süleyman Han, 3.Murad Han, Özdemiroğlu Osman Paşa, 4.Murad Han ve daha bir çok Osmanlı büyüğünden büyük darbeler alan Safevi, bu Kızılbaşlığı’nı ilerleyen asırlarda doğrudan doğruya Şia-Caferiyye suretine dönüştürecektir. (30)

Safevi devleti ilk başta Sünni bir Tasavvufla Osmanlı’nın da saygı gösterdiği tekkelerden biri olan Erdebil Tekkesi’nden şöhret bulmaya başladı. Şeyh Safiyüddin-Sadreddin-Alaaddin Ali Hoca-İbrahim-Cüneyd-Haydar-İsmail.. Bu şeyh silsilesi babadan oğula tevarüsle İsmail’e dek gelmiştir. Lakin, silsilede üçüncü isim yani Ali Hoca veya bir diğer görüşe göre de beşinci kişiden yani Cüneyd’den itibaren Batıni ve Şii fikirleri; ve de ayrıca Cüneyd’le birlikte Ümmet’e karşı fitne ve saldırılar başlar. Ondan evvelki cedleri, hususan ilk şeyh yani Safiyuddin Erdebili; rivayetlere göre salih bir kimse olup Ehli Sünnet bir akideye sahip idi ve O, ve oğlunun şeyhlikleri zamanlarında Anadolu’daki Somuncu Baba (Aksarayi) vb gibi bir çok sair Sünni meşayıhın da hürmet ettiği bir kimse idi.. Görüldüğü üzere; hiç bir şahsı ve kurumu aşırı yüceltmemek ve bel bağlamamak gerekir. Hele de medrese değil de tekke söz konusu ise.. Allah muhafaza eğer Osmanlı’da tesiri altında kalınan bir çok alim ve meşayıh olmasa da sadece birinden ve bir ekolden, kör bir itaat veya taklitle bir yerden besleniyor olsa ve de orası da Erdebil tekkesi olsa idi, bu gün herkes aynen İran ve Azerbaycan’daki gibi şii idi..

Aynen yukarıdaki  kısımlarda isbat ve izah ettiğimiz formülle, yani önce Şii-Batıni bir megaloman lider (Cüneyd) zuhur ediyor, ve evvelden beri var olan temiz bir teşkilatı (Tasavvuf-Tekke) istismar ederek çok geçmeden Şii-Kızılbaş-Batıni itikadını cahil avama kabul ettiriyor.. Demek ki Tekke-Tasavvuf her zaman dikkatle incelenmesi şüphe ile bakılması gereken bir yapıdır; oysa Medrese-Ulema yani Şeriat-Mezheb ve Uleması sapasağlam bir kulptur, Şeriat Kıyamet’e ve Mezheblerimiz de Mehdi Aleyhisselam’a dek sapmadan tahrif olmadan var olacaktır!.. ( Zuhuru hadislerde haber verilmiş olan Mehdi Aleyhisselam’la birlikte mezhebler fesh olacaktır. Nüzulu ayet ve hadislerde bildirilmiş olan Mesih Aleyhisselam da, yine Şeriat-ı Muhammedi’den bir icraat olaraktan; cizyeyi haracı ve zımmiliği fesh edecektir.. Bunlar sünni din kaynaklarımızda geçen nakillerdir. )

Elbette ki Ehli Şer’ ve Ehli Sünnet olan Tarikatler ve Meşayıh da vardır ve belki de hep var olmalıdır da, zira Devletin resmi ve Sünni denetiminde olan Tekkeler Dergahlar olursa istismarcı zındıklar fırsat bulmaz..

Bu sülalenin aslı bazı kaynaklara göre Kürt olup seyyid değildirler. Ve bilhassa Şah İsmail’den itibaren kuvvetli bir seyyidlik vurgusu ve iddiası başlar. Şii ve Kızılbaş toplumları kandırmak adına uydurma silsilelerle kendilerini Ehli Beyt imamlarına nisbet ederek yayılmaya çalışmışlardır..

Hülasa verdiğimiz kaynaklardan hadisenin devir devir dönem dönem gelişim ve değişimini okumak mümkün. İlk defa Hoca Ali ve oğlu İbrahim zamanında devlet gibi davranmaya başlamalarıyla birlikte batıni dervişanı da sızmaya başlamıştı. Ve Cüneyd şii-batıni bir itikada girdi, ve babasının yerine geçmiş olan amcası Şeyh Cafer ile arası açıldı, zaten amcası da onun bu fikir ve körü körüne tabi olan müridanından rahatsızken, kızını Şeyh Cafer’e vermiş olan Karakoyunlu hanı Cihan Şah damadına bir mektup yazarak Cüneyd’i bölgeden sürmesini istedi. Böylece Cüneyd, Amcası ve Karakoyunlu hükümdarı Cihan Şah’ın tehdidi sonucu Erdebil’den ayrıldı. Anadolu’ya gelip Osmanlı Padişahı 2. Murad Gazi’den Kurtbeli’nde sözde ibadet için sözde, bir seccadelik yer talep etti. Maksadı fark eden ve ayrıca muhtemelen onun itikadını da haber almış olan Murad Gazi Cüneyd’in hediyelerine mukabil yine çeşitli hediyelerle mektup yazıp ülkeyi terk etmesini istedi. Sonra Karaman’a geçti, orada ulema tarafından fikirlerinin kokusu alınıp ifşa olunca bundan haberdar olan Karaman beyinden ürküp Antakya’ya geçti. Burada Tapınakçı’lardan kalma yıkık bir kaleyi oraların hakimi İbni Bilal’den satın alıp tamir etti ve tekkeye döndürdü, ve maktül Batıni  Şeyh Bedreddin’in müridanını da toparladı. Bölgenin Sünni alimleri şeyhleri kendisini Memluk Sultanı Melik Çakmak’a şikayet ettiler ve Halep valisinin gönderdiği kuvvetler karşısında tutunamayınca Canik bölgesine geçti. Dedelerinin nüfuzunu da kullandığı ve iyi telkin yeteneğine sahip olduğundan dolayı, bedevi türkmenleri ve köylüyü ayartmada zorluk çekmedi.   On onbeş bin kişilik askeri gücü elinde tutan Cüneyd bölgede yer arayışını ve yayılmacılığını Trabzon’a ve civarına saldırarak devam ettirdi. Kuşattığı Trabzon Rum devleti,  Fatih Sultan Mehmed Han’a harac veriyordu arada eman vardı. Fatih de Amasya Emiri Hızır Bey’i Cüneyd’in üzerine yolladı, böylece kuşatmayı kaldıran Cüneyd kendi ülkesine kaçtı.

Akkoyunlu Uzun Hasan çiçeği burnunda sözde cihan hakimi adayı bir sultan idi, ona yanaştı ve bağlılığını arzetti. Uzun Hasan da kız kardeşi Hatice Begüm ile evlendirdi. Böylece Cüneyd’in şöhreti ve taraftarı daha da artacaktı. Sünni bir devlet olan Akkoyunlu Uzun Hasan neden böyle davrandı. Zira daimi tehdidi altında bulunduğu Karakoyunlu Cihan Şah’a karşı Cüneyd’in kuvvetlerinden ve nüfuzundan faydalanmak istemiştir. Ayrıca, Şia Takiyyesi malum; tüm batıni-şii fikirlerini alenen beyan etmemiş olması da muhtemeldir. Ve bundan sonra daha rahat hareket edebilme imkanı bulan Cüneyd, Uzun Hasan’ın tetikçisi gibi bir konumda bir çok zafer kazandırdı. Ve Akkoyunlu ve kendi müridanı birlikte savaşarak Karakoyunlu’yu yendikten sonra Erdebil’e döndü.. Ne kadar da hain ve zelil bir dönüş.. Yıllar önce Erdebil şeyhi amcası ve onun hamisi Karakoyunlu Cihan Şah tarafından zındık fikirlerinden dolayı kovulduğu yere ihanetle geri dönebilmişti..

Müridanını toplayıp güya Gürcü keferesi üzerine sefer var deyip doğrudan doğruya kuzeydeki Müslüman bir Türk emir olan Şirvan Şahı Halil’in ülkesini yağma etti. Ancak Şirvanşahlar’la yaptığı bir savaşta oklanarak öldürüldü.. Ne kadar da zelil bir ölüm.. Adamları cesedini kaçırıp bir yerde gömdü ve ziyaretgah yaptılar.

Sonra müridanı, Uzun Hasan’ın bacısı Hatice Begüm ile Şeyh Cüneyd’in oğlu Haydar’ın etrafında toplanmaya devam ettiler. Uzun Hasan da şimdi bu yeğenine odaklanmıştı. Ve nitekim onu da kızı Halime Begüm Alemşah ile evlendirdi. Haydar, Uzun Hasan yani kayınbabası yaşadıkça rahat durmak zorunda kaldı, ama Uzun Hasan ölünce babası Cüneyd gibi kıpırdanmaya başladı. Müridanı artıyordu. Kendisine bağlı kimseleri diğer halktan ayırabilmek için 12 dilimli “kızıl” başlıklar giydirdi, ve “kızılbaş” deyimi burada gelmektedir. Babasının intikamını alma kararı alan Haydar, Şirvanşahlar üstüne yürüyüp yapma ve katliamlara başladı. Saldırılara hazırlıksız yakalanan ve nihayetinde kendisini bir kaleye zor atan Şirvanşahı Ferruh Yesar, kayın biraderi olan Akkoyunlu Sultan Yakup’dan yardım istedi. Akkoyunlu ordusu yardıma gelirken geçtikleri her bir Şirvanşah şehrinde katliamların aşağılık izlerini gördükçe şaşırıyorlardı. Akkoyunlu birlikleri ile Ferruh Yesar birleştiğinde Şeyh Haydar’ın ordusu kapışmıştı, ve Haydar da aynen babası Cüneyd gibi bir okla temizlendi.. Müridanı yenildi. Haydar’ın oğlu İsmail ve diğer çocuklar dayıları Sultan Yakup tarafından anneleriyle birlikte Fars’taki İstahr kalesinde hapsedildiler.. İki sene hapis ve “İran” şehirlerinde çeşitli yer değiştirmelerden sonra.. İsmail’in abisi Sultan Ali tarikatin başına geçti ve Akkoyunlu taht mücadelesine karıştı ve aynen babası ve dedesi gibi “müslümanlar eli ile” öldürüldü(?).. Yerine halef olarak kardeşi İsmail’i göstermişti. Çok geçmeden İsmail de cedlerinin entrikalı ve batıni-ezoterik yolunu aktif olarak sürdürmeye başladı. Akkoyunlu’nuın başındaki genç hatta çocuk yaştaki şehzadelerin taht mücadelesinde, kendisi de çok genç yaşta ike Anadolu’ya gelip, evvelce tüm müridanına yaptığı davetlerle Erzincan’da çetesini topladı. Civar vilayetlerdeki tüm cühela bedevi kızılbaşlar arasında sevinçle karşılandı ve ilgi çoktu. Bu sırada 2. Bayezid Gazi balkanlarda gaza ile meşguldü. Bu boşluğu fırsat bilen İsmail, taraftar topladıktan sonra türk ve acem müridanı ile ilk iş olarak Şirvanşah ülkesine saldırdı ve Ferruh Yesari Gülistan Kalesi yakınındaki Cebani denen mevkide şehid oldu, ordusu yenildi. Daha sonraki yıl Akkoyunlu Elvend Bey ile savaşıp yendiğinde aldığı ganimetle büyük bir güce ulaşmıştı. Böylece muzaffer olarak Tebriz’e gelip “şeyhliğine şahlık ekleyip” tahta oturdu. Azerbaycan Safevi devleti kurulmuş oluyordu. 12 İmam adına hutbe okutup para bastırdı. Tayinler yaptı. Sene 1501. Safevi rafızi devleti resmen kurulmuş oluyordu. Ezan’ı değiştiren, Halifeler ve Validelerimizin kötülenmesi ve telin edilmesini emreden İsmail keferesi, buna karşı gelenleri katletmekle tehdit ediyordu, ve İran ve Azerbaycan’da yüzyıllar boyunca sürecek bu batılı ve zulmü resmen başlatmış oldu, binlerce sünni katledildi. Şii olmaya zorlandılar. Bir çoğu Anadolu’ya göç etmek zorunda kaldı. (31)

Sonraki yıllarda İran ve Irak üzerine yürüdü. Katliamlar yaptı, bütün Sünni alimleri ve Halidi vs saygın müslümanları şehid ederek yayılıyordu. Dulkadirli üzerine vardı. Osmanlı-Bayezid Han’ın uyarısına karşı yumuşak sözlerle cevap verip özür beyan etti. Ama Harput ve Diyarbekir’i zaptetti. Sonra Bağdat ele geçirildi. Sünni ulema ve halk katliama uğradı. Sünni alim ve müçtehidlerin kabirleri hakarete uğradı. Sonra Özbekler üzerine yürüdü ve Şeybek Han’ı şehid edip kafatasını altınla kaplayıp şarap içtiler, cesedine saman doldurup Bayezid Han’a yolladılar (Bütün Ehli Sünnet sultanlara ve tebaaya bunu yapacağız demek manasına) . Gittiği bir çok ülkede ve vilayette esasen halkın çoğu Sünni idi. Ama hazırlıksızdılar ve de teşkilatlı değildiler. Hatta İran şehirlerinin bile çoğu Sünni idi o devirde. Şii olmaya zorladı, tüm sonraki şahlar ve yüzyıllar boyunca bu dayatma bu cebr edilegelerekten bu gün İran’ın yarıdan fazlası  ve Irak’ın yarısı ancak şiidir.. Şiileşmeyenler de şarka veya garba hususan Anadolu’ya hicret ettiler, ki bu yüzyıllarca devam etti.. Böylesi “kudurmuş köpek” gibi her kula diş atan Şah İsmail’e dur diyecek bir güç yok idi. Annesi Hatice Begüm’ü bile zulümlerine karşı çıktı diye katlettirdiği yazılır kaynaklarda..

Akkoyunlu Devleti’ne son veren, Doğu Anadolu ve Azerbaycan, ve  Irak-ı Acem ve Irak-ı Arab’ı ele geçirerek Ceyhun Nehri’ne dek sınırlarını genişleten ve Özbeklere de ağır bir darbe verip çoğu emir on bin askeri ve Sultan Şeybek Han’ı şehit eden ve kafatasında şarap içen “Tağut İsmail” zındığı artık asıl amacına ve yani sonun başlangıcına yönelmekte idi.. Bu, tüm yaptıklarının bir belası olarak ilahi bir kırbaç olarak onun sırtında şaklayacak olan Osmanlı-Selim Han idi!.. Şehid Özbek Şeybek Han’ın intikamı Çaldıran’da alınacaktır..

Bundan sonrası daha çok okuduğumuz duyduğumuz hadiseler, ayrıntıya girmeden devamla özetleyecek olursak, 2. Bayezid Han’ın iktidarının son devirlerinden itibaren Osmanlı ülkesine de diş bilen ve Safevi devletini kurduktan sonra Osmanlı topraklarındaki; Bedreddin, Torlak ve Börklüce vs gibi zevatın uzantıları sayılan ve yani evvelce az da olsa var olan kızılbaş bakiyesini; ve bazı sufileri ve iktisadi sıkıntılara vs öfkelenen bazı köylüleri ve bedevi türkmenleri ayartan ve çeşitli isyanlara sebeb olan Şah İsmail neticede Şehzade Selim’in bile tahta geçişinde mühim bir etken olacaktır. Şii yayılmasına ve propagandalarına karşı en Ehli Sünnet duruşu sergileyen ve gözünü budaktan sakınmayan şehzade olan Selim Han, neticede askerin de desteği teşviki ile babasının tahta kendisini tayinine nail olmuştur ve kardeşlerinin hallinden sonra ilk icraat olarak Safevi devleti üstüne yürüdü ve mektuplarda tehditleştiği Şah İsmail ile 1514’te Çaldıran’da kapıştı..

Şeyh Cüneyd’le başlayan şii-batınileşme süreci.. Şeyh Cüneyd; Osmanlı’ya 2. Murad ve Fatih’e de, ve kayın biraderi olan Uzun Hasan’a Akkoyunlu’ya da, Karakoyunlu Cihan Şah’a da vurmaya cesaret edemedi, ama, bölgedeki çeşitli küçük İslam emirliklerine saldırıp ülkelerini yakıp yıkarken öldürüldü. Aynı şey ve aynı son oğlu Haydar için de geçerli.. Haydar’ın oğlu Ali de Akkoyunlu taht kavgasında yine müslümanlar eli ile öldürüldü.. Bir benzeri de Şah İsmail için geçerli, şu farkla ki, Şah İsmail de iki dedesi gibi, kafiri bırakıp müslümanlara harp açmış, ama harp meydanından canını zor kurtararak ve ailesini ve tüm ordu ve ağırlıklarını bırakarak kaçmayı başarmıştı.. (32)

Selim Han daha sonra, ta Fatih’den beri Osmanoğulları’na kin güden ve sorun çıkartan Memluk üzerine yürüdü, ve bunda Memluk’un Safevi batıni-şia dailerine kucak açmaları ve ittifak yapmaları da etkili idi. (33) 1516-17 Ridaniye ve Mercidabık savaşlarından sonra Mısır fatihi ve ilk Türk-Osmanlı Halifesi olarak İstanbul’a giren Selim Han’ın aklı İran içlerinde saklanan İsmail ile meşgul değildi denemez. Zira şia fitnesi bitmeyecekti. Nitekim daha sonra Kanuni 3, 4. Murad da 2 sefer-i hümayün daha yapacaktı Safevi üzerine. Ve daha, Ferhat Paşa, Kuyucu Murat Paşa, Özdemiroğlu Osman Paşa ve Yemen şiilerinin üstüne giden babası Çerkes Özdemir (Öztimur) Paşa ve daha nice bey ve paşa..

Kumandan Sebüktekin, Gazneli Sultan Mahmud Bin Sebüktekin, Tuğrul Bey, Salahaddin Eyyubi, Zahir Baybars, Halife Yavuz Selim Han, Halife Sultan Kanuni Süleyman, Halife Sultan 4. Murad, ve daha nice halife sultan ve bey ve paşa tarafından her daim kendileri ile harbedilmiş olan Şia taifesi en büyük darbeleri Osmanlı’dan yemiştir. Yüzyıllarca kah kıt’alen kah manevi bir savaş yani propaganda ve siyaset mücadelesi her daim süren Safevilerle ilk defa Kanuni 1553 seferi ve zaferi sonucunda Amasya anlaşmasını yapmıştır. Daha sonra sulhu bozan Safevi ile uzun harp yılları.. Ve 4. Murad zamanındaki 1639 Kasrı Şirin.. Ve daha bir çok mühim anlaşma ve sürtüşme ve çeşitli kanlı harpler vuku bulmuştur..

Selim Han’dan Çaldıran’da kaçıp canını zor kurtaran Şah İsmail ile, 2. Abdulhamid Han’ın daveti üzere İstanbul’a, Ehli Sünnet Osmanlı Padişahı (Şahlarınşahı)’nın “ayağına gelen” Şah Muzafferüddin Kaçar.. İki devletin başları arasındaki ilk ve son yüzleşme idi.. (34)

Selim Han ile başlayan bu mücadelede bir çoğu da yakın zamanda olan çeşitli iddialar ortaya atılıp durmuştur. Selim Han, kırk bin aleviyi fişlemiş olabilir belki, ama tamamını katledip etmediğini bilemiyoruz. Zira uslanıp, isyan ve bidate dailikten teberri edenler için haps, batıl ve isyanında ısrar edenler için katl emri verdiği bilinmektedir. (35)

Şimdi bir de, Osmanlı’nın 1553 senesi İran seferi evvelinde, Safevi Şahı Tahmaz ile, Osmanlı Padişahı Halife Sultan Süleyman’a vekaleten Sadrazam Kara Ahmed Paşa arasında geçen mektuplaşmalardan, Sadrazamımızın yazdığı şu ibretlik kısma göz atalım; parantez içleri bizdendir gerisi aynen Peçevi tercemesinden;

  “… İkincisi, Acem vilayetlerinde olan askerlerin ve reayanın cümlesi kafirdirler. Kanları ve mallarının helal olduğuna dair Müftülerimiz’in verdikleri fetva üzerinde durularak; “Allah’ın birliğini ikrar eden, Hazret-i Muhammed’in Peygamberliğini itiraf edenler nasıl kafir olurlar” denilmiş. Kur’an-ı Kerim’deki “Ve men yaktül mü’minen müteammiden fe cezauhu cehenneme haliden fiha” Ayet-i Kerimesi iktizasınca azaptan endişe olunmadığı beyan olunmuş..

  Gerçi Mü’mini öldürenlerin cezasının Cehennem olduğuna şüphe yoktur. Ama bizim Ulemamızın fetva verdikleri taifenin (Rafıziler) İman Ehli oldukları sabit değildir. Çünkü İman ve İslam davasını edersiniz ve mektuplarınıza Kur’an’dan ayetler yazarak gönderirsiniz. (Lakin) İman Ehlinden olan Padişahların memleketlerinde Camiler ve Mescidler açık olup beş vakit Namazı Cemaat ile ve Ezan ile eda ederler. Cuma namazı kılınarak, minberlerde Hutbeler okunarak Peygamber’e, O’nun Al’ine ve Ashabı’na dua ederler.

  İnsaf ile bakın, sizin hal ve hareketinizde Dinden ve İslamlıktan eserler var mıdır? Bir taraftan Hak yolunu bırakarak ve Hazret-i Ali (Radıyallahuanh) soyuna ihanet etmekle küfür yoluna saparsınız, bir taraftan da Seyyidlik davasını edersiniz. Hazret-i Muhammed’in (Aleyhisselatuvesselam) Peygamberlik zamanında olup sağında ve solunda bulunan büyüklerin mübarek dostlarına ve ashabına haşa küfür edersiniz. Hazret-i Ali’yi (Radıyallahuanh) sevmeyenlerin ve O’na düşman olanların yeri Cehennem’dir. (Fakat siz Maiyet ve Tebaanızın) Açıkça yaptıkları kötülüklere razı olursunuz ve onları bu hareketlerinden men etmezsiniz.

  Her hangi bir memlekette ki Şer’i Şerif İcra olunmaz ve o memleketlerin sahipleri orada oturur da küfre rıza gösterirlerse cümlesi kafir olmazlar mı? Ya kafir kime derler? Kilisesi olanlara ise sizde kilise dahi yoktur. İmanın ve İslamlığın ne olduğunu bilmezsiniz. Yalnız “Müslümanız” demekle insan müslüman olur mu? Eğer kendinizi Mü’min ve Müslüman diye itikad ederek size fetva veren ulemanız varsa, bu tarafa gönderin, bizim alimlerimizle gelip konuşsunlar. İtikatlarının ne kadar yanlış olduğu o zaman meydana çıkar. İnsafınız varsa o vakit Hak ne tarafta olduğu malumunuz olur.

  Muhammed (Aleyhisselatuvesselam) Dini’nin zuhurunun 961’inci yılıdır. Sizin ortaya çıkardığınız ayin ise daha elli yılı geçmedi. (Aşura ayinleri, Cem törenleri, Türbe Tavafları, Yatır Hacları, Kabirlere ve Ölmüşlere Tapınma vs gibi Hüseyni Şiarlar dedikleri bid’at ve hurafeler vs) Bu din ki, siz ona taparsınız, şimdiye kadar bu nerede idi? Hazret-i Peygamber’in (Aleyhisselatuveselam) Şeriatı’na muhalif olunca, onun gibi sonradan ortaya çıkma ve batıl bir dine tabi olanlar kafir olmazlar mı? Allah’tan (Subhanehu ve Teala) utanmazsınız. Kıyamet gününde ne cevap vereceksiniz? Şeriat icaplarına göre kafir olduğunuza hükmeden alimlerin (Şeyhülislam Ebu Suud Rahimehullah, İbrahim el Halebi, İmam Birgivi Rahimehullah gibi İnşaAllah Veli Alimlerimiz) hakkında batıl sözler icat ederek saçma sapandan başka bir şey olmayan işlerinizi açıklarsınız.

  Üçüncüsü; Kıyamet gününü, Haşr ve Neşri, Sırat ve Mizan ahvalini anlatarak, şu üç beş günlük hükümetin bu alçak dünyada baki olmadığını söylersiniz. Allah’a hamd ve şükür olsun ki, Padişahımız (Gaziler Serdarı Halife Sultan Süleyman Rahimehullah) bu bakasız dünyanın ne kadar sür’atle geçtiğini daima göz önünde bulundurmaktadırlar. Bu hususta vaaz ve nasihata ihtiyacımız yoktur. Nerde kaldı ki vaaz ve nasihat eden siz olacaksınız.

  Rum Ehli’nin hile ve yalancılıkta ün saldığını beyan ediyorsunuz. Rum Memleketleri Padişah’ın adaletli günlerinde Gaziler Ocağı olup, Peygamber’in (Aleyhisselatuvesselam) Şeriatı ve İslam Dini ile mamur bir haldedir. Hilekar ve yalancı olanlar ise Acem ahalisidir. İslam Devletleri’nin zuhurundan bu güne kadar onların fesadları devam etmekte olup Allah (Subhanehu ve Teala) tarafından daima (Sultan Gazneli Mahmud, Tuğrul Bey, Sultan Salahaddin Eyyubi, Sultan Zahir Baybars, Halife Sultan Süleyman vs Ehli Sünnet Müslümanlar eliyle) kahredilmektedirler…” (36)

Bu ibretlik mektuptan, birincisi; Şeriat-ı Muhammedi ile hükmetmemenin tağutluk olduğunun idrakinde bir ecdada sahip olduğumuz; ve Şeriat-ı Muhammedi ile hükmedilmeyen yerlerdeki değil tağutlar (37) olan idareciler, razı olup susan, hicret veya cihad etmeyen avamın reayanın dahi kafir olacağı bilgisine ulaşıyoruz. Ki, ulemamız da bundan farklı bir şey söylemiyor bu babda. İlginçtir, bir bürokratın bu denli Şeriat ve Sünnet Ehli olabilmesi.. Bu derinlik ve ilme sahip olması çok dikkate ve takdire şayandır..

İkincisi; bu yazı aynı zamanda, ben müslümanım ya da içim temiz diyen seküler zihniyeti tekfir eden bir yazıdır. Burada, şehadet getirse de kişinin küfre girmesinin mümkün olduğu, bazen kişi kendisini islama nisbet edip ben müslümanım diye sansa bile küfür üzere olabileceği vurgusu var. Nitekim Ehli Sünnet akaid kitaplarında da geçer; küfür iki türlüdür;

1) Cuhudi Küfür. 2) Cehli Küfür.

Cehdi küfür; inadi veya asli küfür de denmiştir. Bile isteye küfreden, inkar eden azılı kafirler kastedilir. Cehli küfür ise, bilmeden istemeden de olsa kafir olan kafirlerinki. Yani, kişi zarurat-ı diniyye dediğimiz temel bazı bilgileri bilmez ve itikad edinmezse cehaleti sebebiyle kafirdir. Ve her iki kimse de öylece ölürse ebedi cehenneme gider. Peki bilmeden kastetmeden küfre girenin ebedi cehennem olması adil midir denecek olursa, demiş ulemamız; bilmese de bilme imkanı var! Din beyan olundu cehalet özrü kalktı. Zarurat-ı Diniyye dediğimiz temel akide malumatına vakıf olup itikat edinmeyen ve ikrar etmeyen kendisini müslüman addetse ve bunda güya samimi olsa bile kafirdir. (38) Bu yüzdendir ki, Osmanlı ümera ve uleması, İran cihetinden gelen safevi mektuplarında öyle, ayet, hadis ve ehli beyt sözü yazmalarına hiç de tav olmamış, sarih ve galiz birer küfür olan malum rafızi söz ve fiillerinden tevbe-teberri etmedikleri müddetçe onları Müslümanlardan, en azından Ehli Sünnet’den saymayacaklarını beyan edip kestirip atmışlardır. Ki, akide kitaplarımızda yazılı bir kaidedir; “kişi dinden çıktığı kapıdan dine girer”. Yani, evvelce hangi küfür söz veya fiil veya fikir akide sahibi idi ise, açıkça o küfrü red edip ondan döndüğünü, tevbe-teberri ettiğini deklare etmeden isterse bin defa şehadet getirsin müslüman olarak kabul edilmeyecektir!.. Çok basit bir misal vermek gerekirse; Ahmed Ziyauddin Gümüşhanevi der ki; “Rafızilerden hz Ebubekir ve Hz Ömer’e lanet edenler kafirdirler. Sadece, Hz Ali bu ikisinden üstündür diyenlerse bidatçidir“. (39) Burada bahsettiği rafıziler namaz da kılan, oruç da tutan, yani kendilerini islama nisbet eden ve sorsak elbette küfrü kastetmediğini söyleyecek olan; ve fakat burada nakledilen ilk sözle küfre girdikleri için islamları bozulmuş olan zındıklardır. Dolayısı ile istedikleri kadar dinden bahsetsinler veya ibadet etsinler onları müslüman kabul etmemizi caiz kılmaz..

Bir diğer üçüncü önemli dikkate şayan husus da bidat bahsidir. Yaklaşık 50 senedir yapılan ve ondan evvelce yapılıyor olmayan bir bidat-hurafe ayinden bahsediyor. Ama açıklaması yapılmamış burada; muhtemelen sazlı cem törenleri ya da zincirli aşure ayinleri veya benzer toplantılardır. ve bu tür ayinlerin dinde olmayan, sonradan ve yakın zamanda icat edilmiş hurafat olduğu vurgulanıyor.. Bu da bu meselede çok mühim bir veridir..

Bir diğer kısım da, safevilerin yaptığı ajitasyondur. İlk mektuplarda, ki Peçevi’de evvelki yazışmalar da mevcut; önce atıp tutan Şah; Süleyman harekete geçince bu kez mektuplarında ağlamaya, alttan alıp yalvar yakar etmeye başlıyor.. Bu, Safevi Şahları’nda hep var olan kronik bir takiyye ve zillettir. Selim han ile Çaldıran’da yüzyüze savaşmak zorunda kalan ve kaçan Şah İsmail de dahil, sonradan bir daha hiç bir Osmanlı-Safevi savaşında, değil Orduyu Hümayün yani Padişah’ın serdarlık ettiği seferler, sadrazam veya paşaların serdarlık ettiği herhangi sair savaşlarda bile, bir daha asla Safevi Şah’ları ordusunun başında erkekçe meydana çıkıp savaşamayacaktır!..

Ve görüldüğü üzere, önce, biz de müslümanız siz bize nasıl kıyarsınız, Cehennem var diye din sömürüsü yaparak yalvar yakar ediyor; sonra ahireti ve dünya saltanatının bakasızlığını faniliğini vurgulayarak oradan ajite ediyor.. Sadrazam ise, bizim sultanımızın takvasından bahsediyor ve bu babda siz kimsiniz ki sizden tavsiye alsın diyerek aşağılıyor Şah’ı.

Bir diğer ilginç kısım da Safevi Şahı’nın Osmanlı Padişah’ını Bizans varisi olmakla itham edip, Rum ehlinin hileci yalancı entrikacı olmakla ünlendiğini iddia etmesi, ama Paşa’nın da buna cevaben, asırlar boyunca Acem ehlinin yani fitnenin başı olan İran avanesinin asıl takiyyeci-hilebaz-yalancı olduğunu ve her daim de kahredildiğini söylemesi, yani hakikatli bir cevabı yapıştırması.. Rum diyarının İslam Şeriatı ile mamur bir halde gaziler yurdu ocağı olduğu, İran’ın ise küfür pislik fitne menbaından başka bir halt olmadığı, ve her daim de böyle olageldiği belirtilmiş..

Ayrıca, Şii Uleması kendisine güveniyorsa, eman veriyoruz buyursun gelsinler Sünni Ulema ile münazara yapsınlar diye meydan okuma var.. Madem Hak yoldasın gel naklen ve aklen isbat et diye hodri meydan sözkonusu.

Yine aynı mektuplaşmalarda bir yerde Safevi Şah’ı “Siz bizi toplarınızla yendiniz savaşarak değil” diye bir kelam ediyor, Osmanlı da, batı cephesinde Şarlken ve Ferdinand’a yaptığı hodrimeydanı Şah Tahmaz’a da yapıyor ve “Çık ordunun başında meydana” diyordu ve fakat top bahanesinin arkasına saklanarak zaferlerimize dil uzatan Şah’a şunu da söylüyordu devamda “Söz veriyoruz ki bu kez top kullanmayacağız”. Böylece top kullanmama vaadi ile birlikte yine de meydan okuyor ama Şah yine deliklere saklanıyor yine meydana çıkamıyor.. Bu da aynı kısımda Peçevi’de geçer.. Yavuz Selim Han’dan beri böylesi ilginç atışmalar olmaktadır, lakin iş meydana gelince her daim Osmanlı şecaati ve kerameti galip gelmektedir. Keza aynı galebe ilmiye arasında da geçerlidir. Eman verildiği halde şia ruhbanları herhangi bir münazaraya gelememektedir.

Hülasa mektuptan, Safevi Şiilerin; idaresi altındaki İran ve civarında; Şeriat ile hükmetmediği, Bidat hurafat dolu ayinler yaptığı, Namaz kılmadığı, Sahabelere ve Validelerimize küfrettiği, ve buna rağmen kendilerini islama nisbet edip müslümanlık tasladıkları ve seyyidlik davası ettikleri, ve Hile ve Takiyye ehli oldukları ve, üstlerine varınca da tehditleri bırakıp ağlayan korkaklar oldukları görülmektedir. Yine Peçevi ve sair kaynaklarda, Osmanlı ordusu Tebriz’e girdiğinde Camilerin yıkık harab olduğu, Namaz’ın kılınmadığı ve Şer’i Şerif ile hükmedilmediği yazmaktadır.

Mesela, Bağdat her el değiştiğinde şu yaşanmıştır; Şiiler önce Ehli Sünnet medreseleri basıp eserleri yakmış ve alimleri şehit etmiştir, sonra da buralarda eserleri okutulan Sünni büyükleri olan Ebu Hanife ve A. Geylani’nin kabirlerini yıkıp çöplüğe çevirmişler; Osmanlı her geri aldığında yeniden medrese ve türbeleri tamir ettirmiş, ve lakin aynısını İmamların türbelerine yapmamış, aksine onları da ziyaret edip hayır dua etmiştirler. Kanuni de 4. Murad da bunu böyle yapmıştır. İşte Rafızi ile Ehli Sünnet farkı!.. Yine bu babda Peçevi’de Süleyman ve 4. Murad devri babında kafi derecede bilgi vardır.

Osmanlı-Safevi savaş ve siyaseti 16. ve 17. yy boyunca bu şekilde yürürken.. 18. yy başlarından itibaren Osmanlı Avusturya ve Rusya karşısında yine en amansız harpleri verip büyük bir Gaza ile destan yazarken; İran her daim yine onu sırtından vurarak gaza(?) etmiştir.. Ve en kötü zamanımızda masaya oturmak zorunda kaldığımız bir iki en kritik ve bitik anımızda bile bize “Şiiliği de 5. Hak mezheb olarak” tanımayı anlaşma maddeleri arasında kabul ettirmek istemişler, ama inat ve ısrarla Osmanlı devleti bunu red etmiş ve bedelini ödemiştir. Yani yine şia ihaneti ile karşı karşıya kalmıştır. Lakin asla “Hak” mezheb olarak kabul etmemiştir. Ulema da Ümera da bunda son derece dirayetli olmuştur.. (40) Nadir Şah ile birlikte bu dönemden itibaren Caferiyye (İsnaaşeriyye veya İmamiyye de denir) çizgisine ulaşan İran asla Osmanlı tarafından hak bir mezheb olarak tanınmadı.. Ehli Sünnet’e en yakın gözüken şiilik ‘Zeydilik’, ondan sonra da işte bu Caferilik’tir, dense de; esasen Caferilik’in de İsmailiyye gibi olup, İslam ile bir alakası olmadığı ilk dipnotlarda verdiğimiz kaynaklarda sabittir.. Sadece Şia’dan Zeydiyye, Havaric’den de İbaziyye’nin Ehli Sünnet’e, diğer zenadıkaya göre nisbeten de olsa bir yakınlığı vardır.. Yani bidat ehli olmakla birlikte bu iki taife Kıble Ehli kabul edilip tekfir edilmemiştir..

Osmanlı’nın siyasi-askeri ve de ilmi mücadelesi sadece diplomatik bir şekilde gerçekleşmiyordu. Avam arasında Kızılbaşlık da Hurufi ve Batıni yapılanma da olmaması için devlet destekli Sünni ulema ve tarikat meşayıhı mücadele veriyordu. Ama işin asıl önemli kısmı medreseli yani ulema tarafından yapılmakta idi. Bazı alimler eserlerinde zaman zaman şiaya ve şii kökenli batıl inanç ve fiillere atıflar yapıp bu bidatlerden sakındırıyorlardı, mesela; kitabında “Yatır haccı-tavafı” diye bir şirk amelinden ve sair hurafelerden bahsettikten sonra kabirperestlik ve animistik (atalarının ruhlarına tapınma) inançlarının Sünni akvama Şii zenadıkadan bulaştığını vurgulayan İmam Birgivi (41) gibi alimler bazı bu gibi eserlerde şia batıllarına dikkat çekmişler; bazı alimler ise direk şiaya reddiye mahiyetinde müstakil eserler yazıyordu. Ahmet Feyzi Çorumi (42) gibi.. Safevi üstüne yapılacak seferler veya şii-kızılbaş isyanları zamanlarında mevcut Şeyhülislam ve Kazaskerler’in ve sair ulemanın verdikleri hususi fetvalar (43) da önemlidir.

Osmanlı’da; Türk ve Kürt lafızları övgüyle bahsedilmişse Müslüman ve Ehli Sünnet Gaziler kastedilmiştir. Yok yerilmiş veya tahkir edilmişse, “Etrak-ı Bi-İdrak, Etrak-ı Na-Pak, veya Ekrad-ı Bi-Aklu-Din, Cemaat-ı Kallaş, Şeytan Kulu, Müfsid-i Fasid-i İ’tikad, Kızılbaş-ı Evbaş”, gibi; bu gibi durumlarda da asi veya şii olanlar kastedilmiştir. (44)

Kürtler de aynen bedevi-göçer Türkmenler gibi Şii-Kızılbaş telkinlerinde hedef kitle idi. Lakin ta en baştan beri İdris-i Bitlisi gibi büyük alimlerin yönlendirmesi ile ve Osmanlı’yı davet ve ona biat etmeleriyle bu tehlikeden genel olarak muhafaza olmuş oldular. Elbette Şii Kürtler de oldu zaman zaman. Lakin Safevi ile Osmanlı arasında bazen saf değiştirip duran bazı Kürt ümerasının ihanet ve ihtidası esasen siyasi maksatlı idi, lakin bazen çok mühim kayıplara da neden oldu bu saf değiştirmeler. Peçevi’de bu babda da malumat çoktur. Lakin kahir çoğunlukla Kürtler Ehli Sünnet olagelmişlerdir. (45)

Çaldıran zaferini takip eden 1516 yılında Selim Han, kendisine Doğu Anadolu’yu fethetmesini tavsiye eden alim İdris-i Bitlisi’ye Doğu ve Güneydoğu Anadolu’yu ilhak için vazife vermiştir. Bitlis hakimi Şerefüddin Bey, Hizan Meliki Emir Davud, Hısn-ı Keyfa Emiri Eyyubilerden 2. Halil, İmadiye Hakimi Sultan Hüseyin gibiler başta olmak üzere 25-30 Kürt Beyi (Ümerayı Ekrad) Osmanlı Devleti’ne itaatlerini arzetmişlerdi. Aynı Beyler Alim İdris-i Bitlisi kumandasındaki gönüllü birlikleriyle, Şah İsmail’in Diyarbekir’i kuşatan on bin kişilik ordusunu hezimete uğratmışlardı. Bu hadiselerden evvel Osmanlı’ya Selim Han’a şöyle tarihi bir ariza yazmışlardı:

“Can u gönülden İslam Sultanı’na bi’at eyledik, ilhadları zahir olan Kızılbaşlar’dan teberri eyledik. Kızılbaşların neşrettiği dalalet ve bid’atleri kaldırdık ve Ehli Sünnet mezhebi ve Şafii mezhebini icra eyledik. İslam Sultanı’nın namı ile şeref bulduk ve hutbelerde Dört Halife’nin ismini yâda başladık. Cihada gayret gösterdik ve İslam Padişahı’nın yollarını bekledik.

  Bu muhlis ve size itaat eden bendelere yardım edesiniz. Bizim beldelerimiz Kızılbaş diyarına yakındır, komşudur ve hatta karışıktır. Nice yıllar bu mülhidler, bizim evlerimizi yıkmışlar ve bizimle savaşmışlardır. Sadece İslam Sultanı’na muhabbet üzere olduğumuz için, bu inancı saf insanları o zalimlerin zulümlerinden kurtarmayı merhametinizden bekliyoruz. Sizin inayetleriniz olmazsa, biz kendi başımıza müstakil olarak bunlara karşı çıkamayız. Zira Kürtler, ayrı ayrı kabile ve aşiret tarzında yaşamaktadırlar. Sadece Allah’ı bir bilip Muhammed Ümmeti olduğumuzda ittifak halindeyiz. Diğer hususlarda birbirimize uymamız mümkün değildir. Sünnetullah bizde böyle cari olmuşdur”. (46)

Halife Sultan Süleyman devrinde vuku bulan şu hadise ve kayıtlara geçen şu cümle de çok ibretliktir ve de Osmanlı’nın kavmiyetçi değil Şer’i-Sünni bir devlet olduğunu bir kez daha ortaya koymaktadır.

Ayrıca, “Bağımsız” bir Kürdistan devletinin imkansızlığını da ortaya koyan bir tesbit var bu mektupta görüldüğü üzere. Üstelik bunu devrin Kürtleri’nin en büyükleri söylemektedir. Gerçekten de Türkler ve Farslar evvelden beri, Araplar da İslam’dan sonraki devirlerde hep teşkilatçı ve merkeziyetçi iken, Kürtler aşiretleri yapısı itibarıyla merkeziyetçi olmayıp, bir araya gelip bir aşiretin liderinin en tepede, tüm aşiretlere tüm kürtlere hükümdar olmasının psiko-sosyolojik cihetten imkansız olduğu malumdur..

Ama, Abbasi, Selçuki, Eyyubi ve Memluk ve Osmani’de görüldüğü üzere devletin ta şeyhülislam veya paşalıklarına kadar çıkmış, çeşitli mühim hizmetlere imza atmış, serhadlerde bile Türk ve sair Müslüman gazilerle birlikte kılıç vurmuş olan Müslüman Kürtlerle doludur tarih. Burada, Kürt devleti olamaz derken; bir tahkir değil, kültürel-sosyolojik bir tasvir söz konusu; bir Kürt, bir Türk devletinin bile lideri olabilir, Selçuklu’nun Mısır ve Suriye’deki uzantısı olan Eyyubi’de görüldüğü üzere; ama “Kürdistan’da ve Kürtlerin, tamamını toparlayıp da onlara hükmetmesi” tabiri caizse teknik olarak imkansızdır. Tarihte de bir karşılığı yoktur. Bunun en güzel ifadesi de Bitlisi hz’nin yukarıda naklettiğimiz sözleridir..

Ha, günümüzde, daha 2014 yazında geçtiğimiz yaz yani, Irak’ta bir kısım cihadcılar Musul’a girdiğinde, güya Kürtler’in hakkını savunmak adına derhal sözde bağımsız bir Kürdistan devleti kurulması talep edilince Barzani tarafından, böyle bir devlet ilan edildiğinde onu tanırız diyen ilk ülke İsrail(?) oldu.. Basından, internetten haberleri tarayıp bulmak mümkündür. Buradan da Barzani, Talabani veya Apo gibi gayrı islami tağut liderlerin; ne kadar bağımsız ve işbirlik ve ihanetten uzak, hakikaten de Kürt halkının faydasını ve dinini yaşamasını düşündükleri bellidir(?).  Bu kimselere çanak tutanların hep İsrail, Amerika ve Avrupa ve Rusya ve Çin olması, bir tane İslam Ülkesinin bunu desteklememesi hep doğunun ve batının baş tağutlarınca desteklenmeleri düşündürücüdür.. Kendilerine, Amerikan güçlerine karşı savaştığı gerekçesiyle Che Gevera’ya nisbetle “Gerilla” diyen ama bununla birlikte tam tersine, “Biji Serok Obama” alkış ve sloganlarıyla Suriye’de savaşan Barzani Pejmürdeleri ve çeşitli Kürtçü Solcu Laikçi kafir örgütlerin zilleti rüsvaylığı ortadadır! Pyd, Ypg, Pkk, Mlkp vs alfabede harf bırakmayan nice örgüt var ki, acaba bazılarındaki bu kısaltmalardaki Y harfi ile “Yanki” mi simgeleniyor diye düşünmeden kendimizi alamadığımız bu adeta “Amerikan Gerillaları” gibi davranan örgütlerin “Biji Serok Obama” sloganları eşliğinde girdikleri Aynel Arab’daki -güya Rojava ve Kobane imiş oraların adı- trajikomik hallerini herkes gördü.. Amerika ve koalisyon ülkeleri denen münafıkların uçaklarınca aylarca havadan dövülen ve taş üstünde taş kalmayan Aynel Arab’da Işid mücahidleri çekilince ancak giriş yapabilen bin bir türlü sol örgüt ve pejmürdeler zil takıp oynuyorlar zafer(?)leri için.. Kızıl Çin ve Rus Asya tağutlarının kanatları altında oldukları ve Şia-Safevi zındık blokunun kardeşi oldukları halde yine de bu da yetmedi de Amerika ve Avrupa desteğini de alarak ancak ele geçirebildiler Aynel Arab’ı.. Tabi yüz sene de geçse unutulmayacak olan “Biji Serok Obama” sloganları ve “Amerikan Gerilla(?)”lığı hadisesi her daim yüzlerine çalınacaktır.. Ahlaka ilkeye prensibe dair hala daha bir şeyleri olan samimi devrimcilerin bu rezalete alkış ve çanak tutmayacağı umulur.. Keza, Caferi-Nuseyri Şii bloku ile olan dansı da hafızalardan silinmeyecektir; Suriye’de Bekaa vadisinde Pkk’yı senelerce besleyen büyüten Baasçı Nuseyriler olmuştur..

Hülasa, devletleşememe bahsinde; Afganlar ve Çeçenler ve saire kardeşlerimiz için de durum çok farklı değildir. Çeçen kardeşler diyor ki; Kafkasya müslümanlarını İmam Şamil veya Cevher Dudayev bile birleştiremedi ise bundan sonra daha da kimse yapamaz!.. Afganistan’da, Sovyet küffarını yenen mücahidler aşiretçi kabileci savaş fitnesine düçar oldular, ve Taliban “ümmetçi” bir yapı ile ve kılıç zoruyla ancak ülkeyi birleştirebildi.. Yani, bazı kavimler merkeziyetçi değildir. Bu sosyolojik vakıadır, herhangi bir tahkir değildir bunu dillendirmek. Önemli olan İslam Hilafeti içerisinde her birinin muti ve salih birer tebaa olup her birinin kendi kaabiliyetince çeşitli sahalarda hizmet verip vermemesidir..

Ha, eğer sen Kürdü kürtlükten, Çeçeni çeçenlikten, Afganı afganlıktan çıkartmak kabilinden bir kısım laikleştirme, kadınlarını feministleştirme, ve aileyi yozlaştırıp sekülerleştirme ve dine ahlaka dair bir çok kaideyi yok etme ve yani bireyselleştirme veya marksistleştirme gibi ucube müdahaleler ve dayatma ve asimilasyonlarla üzerinde oynama yapar da sonra bir ulusal(?) devlet kurmaya çalışırsan, yine de mi devletleşemez; denirse eğer.. Elbette imkansız değildir. Ama bütün tabiatını dokusunu ulusal ilmiklerini çözüp çorap gibi söke söke bozduktan ifsad ettikten yani tarihi-kavmi vasıflarından yani ulusluktan çıkarttıktan(?) sonra ne fayda! Ayrıca, bu türden ırkçı ulusçu kurtarıcı önderlerin(?) ne kadar bağımsız oldukları-olacakları da yukarıda basit bir misalle anlatmak istediğimiz gibi olacağı da kesindir.. Yani ya Asya kızıl blokunun tağutlarının ya Avrupa veya Amerika ve İsrail gibi tağutların kucaklarındaki birer kukla Laik-Tağutçuk olmaktan öte bir mana taşımayacağı aşikardır..

Devam edelim; malum Kanuni 1526 Engürüs-Mohaç seferinde iken Bozok’da Baba Zünnun ve Süllünoğlu diye mülhid veya zındıklar türer ve devletin vakitsiz müdahalesi neticesinde epeyce palazlanır ve bir iki paşa ve beyi dahi şehid edecek kadar kuvvetlenirler. Ve neticede Adana Hakimi Piri Bey ve Diyarbekir Valisi Hüsrev Paşa birlikte Zünnun’u gebertirler. Lakin Müneccimbaşı’ndaki rivayette şöyle bir cümle geçer:

“..Bu mülhidler güruhu bölgedeki kasaba ve köylere musallat oldular. Sonra Diyarbekir valisi Hüsrev Paşa, Kürdistan askeriyle üzerlerine varıp bu zındıklardan birini sağ komadı.. ..Yine bu sıralarda Hacı Bektaş Veli soyundan Kalender adında biri çıkıp, saltanat iddiasında bulunup nevbet çaldırdı. Etrafında Kalenderilerden, Anadolu Mülhidlerinden ve Türkmen Müfsidlerinden büyük bir kalabalık topladı. Memlekette fesad çıkartmaya başladı.. İbrahim Paşa Kalender’in üzerine çaşnigir-i hassa Bilal Mehmed’le Divane Pervane’yi, yanlarına bir kaç bin asker katıp gönderdi. Bunlar varıp Kalender’i Ramazan’ın ikisinde Baş Saz denilen yaylakta bastılar. Yapılan savaşta Kalender öldürüldü ve başı kesildi. Adamlarından pek azı kurtulabildi..” (47)

Bir kısım Ehli Sünnet Kürt neferlerin, Osmanlı’nın emri altında gelip bir kısım müfsid asi Türkmen Kızılbaşları kesmesi ırkçıların ve muasır safevilerin zoruna gitse de, durum budur. Bu işin Türk’ü Kürd’ü olmamıştır tarihte. Osmanlı da evvelki İslam Hilafet devletleri gibi Ümmetçi ve Ehli Sünnet Vel Cemaat bir Şeriat Devleti idi. Türk Halifelere Sultanlara sadık Sünni Kürd ümera ve uleması her daim şark serhaddinde birer sedd olmuşlardır, Safevi fitnesi ve istilasına karşı!..

Bu babda bir diğer ilginç nakli de yine Peçevi tarihinden yapalım. Malum yukarıda bahsi geçmişti, esasen Selim Han’ın adı çıkmış ‘Alici kıran baş kesen sahip kıran’ diye; O bu süreci başlatmıştır bir İran seferi ve yani Çaldıran ile. Oysa oğlu Süleyman üç büyük sefer yapmıştır, torunlarından 4. Murad da iki büyük sefer yapmıştır..

Kanuni’nin 1553 İran seferini anlatırken Peçevi, “Padişah’ın Amid’den Hareketi” başlığı altında şunlar geçer:

“..O gün de Rumeli Beylerbeyisi (Sokollu) Mehmet Paşa, Rumeli’nin kaplan postlu kurt taçlı (Akıncılar), çekirdek mahmuzlu, tekne kalkanlı ve gök demire gömülü, elleri kostaniceli ak ve kızıl bayrakları ile süslenmiş alayları ile orada Padişah Ordusu’na katıldı.

  Altıncı günü de Şehzade Selim, lalası ve kapısı kulları ile binbir çeşit süslenmiş alayı ile bayrağının dibinde Saruhan askeri Alaybeyleriyle ve Anadolu Beylerbeyisi Ahmet Paşa Anadolu askeriyle ve bunların karşısında Karaman askeri ve Yunan dilaverleri Beylerbeyisi Hadım Ali Paşa ile bunların nihayetinde Sivas ve Rum dilaverleri Beylerbeyisi Temerrüt Ali Paşa ile ve bunların da nihayetinde Zülkadirli askeri ve Bozok dilaverleri ve Türkmen erleri Beylerbeyisi Haydar Paşa ile geldiler.

  Bundan sonra Padişah’ın emri gereğince Zülkadirliler, Sivas ve Rum askeri dümdar olarak geriden gelecekler, düşeni kaldıracaklar, kalanı askere yetiştirecekler, bütün ordudan sonra konacaklar ve göçecekler, herkesi görüp gözetecekler.

  Tac ve tahta layık olan Şehzade Selim’in emrinde olarak Anadolu ve Karaman Beyleri sağ kolda, Rumeli askeri Beylerbeyleriyle sol kolda yürüyecekler. Bir kahraman olan Erzurum Beylerbeyisi Ayas Paşa başta olmak üzere, Diyarbekir Beylerbeyisi İskender Paşa, Kürdistan Ümerası, Şam Beylerbeyisi Mehmet Paşa da Arap süvarileriyle öncü gidecekler.

  Bu tertip üzerine hareket edilerek Şaban’ın dördüncü günü Kars sahrasına gelindi..” (48)

“İşte Ümmet ! ” dedirten bir manzara! Rumeli’nin profesyonel gerilla ve operasyonel özel birlikleri ve şecaat ve fütüvvet ve fütuhat erleri olan Türk Akıncılar; ki, Osman Gazi ve yoldaşlarıydılar başta; Ermeni Beli savaşından ta Halife Sultan Süleyman Gazi’nin Mohaç’ına dek ve devlet yıkılana dek her devirde her savaşın baş aktörü ve de devleti kuran ve bel kemiği sayılan erler bu taife ve onların devamı olan birimler idi.. Ve Şiaya karşı şark serhaddinin Sed-di Zülkarneyn misali sağlam ve sadık ve pehlivan Kürdistan Gazileri, ki; her devirde devletin gittiği her bir yerde, ta Uyvar kalasında bile bir tane bile olsa Kürd falanca Kürt filanca diye hemen her yerde bir şekilde onlara rastlamaktayız, her daim devletin içerisinde yer bulmuş ve donanmadan serhadlere her yere Türk’ün yanında ve karındaşı yoldaşı olaraktan gitmişlerdir.. Ve Çöl arslanları denecek kadar zorluklara aşina yiğit Arap Süvariler; ki, Akdeniz’de yelken açan nice gemimizdeki bir kısım levendimiz de hep Arap idi.. Ve.. Çerkes, Arnavud, Bosnak, Sırp, Yunan vs Müslüman Gaziler yiğitler..

Bu manzara, Tuğrul Bey Gazi, Gazi Sultan Salahaddin Eyyubi, Gazi Sultan Zahir Baybars, Halife Sultan Süleyman Gazi.. Tüm İslam halife ve sultanlarının ordusunda devletinde teşkilatında ümera ve ulemasında aynı idi.. Aslolan “İslam-Ehli Sünnet” olmak idi. Irk, kavim, bölge belde değildi. Aynı manzara Plevne ve Çanakkale’de vs tüm son harplerde son demimizde bile muhafaza edilmişti..

Fakat rahatlıkla söylenebilir ki, Osmanlı Gaza Devleti; ilk iki asrında sürekli olarak münafıklığı tescilli ‘Karamanlı’ ihanetine; sonraki tüm asırları boyunca ‘Rafızi Safevi’ ihanetlerine; ve en son iki asrında da‘Vahabi Suudiler‘in ihanetlerine hedef olmuştur. Her ne kadar da devletimiz her seferinde bu hain ve zındıkların hakkından gelmişse de, buralarda harcanan kuvvet batıda ve kuzeyde ve sair hudut ve cephelerde karada ve deryada asli kafirlere karşı harcansa idi devlet Avusturya ve Rusya ve Avrupalı karşısında zaafa düşmez, kayıpları olmaz ve hatta daha nice yerleri fethe devam ederdi, veya en azından eldeki o muhteşem harita muhafaza edilebilirdi, Allahu A’lem. Lakin bu unsurların tarihi ihanet ve irtidatları asla ve asla unutulmayacaktır.. Aynen diğer bir makalemizde bahsettiğimiz azınlıkların bir kısım zımmilerin ihanetleri gibi.. (49)

“Osmanlı’da Gayrı Müslimler ve Dini Hayatları” adlı makalemizde tarih boyunca ecdadın zımmilere ve müste’menlere ve muahidlere karşı merdane tutumlarından, Şeriat’ın emri mucibince yaptığı muameleden bahsetmiş ve sadık zımmiler hatta Polonezköy örneğindeki gibi devlete meftun olan gayrı müslimlerden, ve yine bazı zımmilerin bazı istismar ve ihanetlerinden bahsetmiş ve bundan sonra ne yapılması gerektiğine dair konuşmuştuk. Eğer farklı din mensuplarının “Birlikte Yaşamı” veya “Diyaloğu” diye bir şey mümkünse, bunun ancak ve ancak yine İslam Devleti çatısı-emanı-garantörlüğü altında gerçekleşebileceğini, tarihte de hep böyle vuku bulduğunu belirtmiştik. Bunun hem bizim akidemiz gereği olduğu, hem de tarih boyunca gayrı müslimlerin güç oldukları yerlerde küfür ve kinleri sebebiyle ve ellerinde yabancılara veya ötekilere dair bir fıkıh hukuk olmadığı için hep müslümanlara zulmettikleri ve din değiştirmeye zorladıklarını, asimile ettiklerini belirtmiştik.

Peki Şii ve Kızılbaş komşularımız için de aynı şey geçerli mi, denirse.. Bu mesele biraz daha karmaşıktır. Zira tarihte de öyle olagelmiştir. Şöyle ki, Elbette İslam-Ehli Sünnet bir Devlet çatısı altında olmak zorundadır bir birlikte yaşam modeli. Zaten diğerleri bize hayat hakkı tanımazlar ve öylesi bir din ve yazılı kaynağa fıkha sahip değiller. Ama, hangi tür şiinin mevcudiyetine göz umulabilir sualinin cevabı biraz karışıktır. Zira, kendisini İslam’a nisbet edip Muhammed Aleyhisselam’ın ümmetindenim deyip de, batıl küfür kebair inanç ve fikirleri savunan taifeler “Zındık“tır. Zındık “Mürted” gibi bir hükme tabidir. İslam Devleti bu türden, yani tüm yukarıda bahsettiğimiz Hurufi-Batıni-Rafızi gibi, İslam üzereyim deyip de bu lafzın içini batılla küfür manalarla dolduran, yani dinde lafzen değilse de manaen bir takım tahrifat yapanlara hayat hakkı vermez. Zındık kafirler; Ehli Kitap kafirlerden de hatta sair Müşrik kafirlerden de aşağıda ve eşedd görülmüşlerdir. Yani Asli kafir denen kefere ile (Yahudi, Hıristiyan, Budist vs) , kendisini İslam’a nisbet eden kefere (Rafızi, Batıni, Gulat Mutezili, Gulat Mürci vs) bir değildir. İkincisi daha tehlikeli, daha muzır ve de daha mantıksızdır.. Devlet bunların Tevhid ve Sünnet’e dönmelerini emreder. Lakin, İslam’ın içinde ama Ehli Sünnet’in dışında kalan Ehli Kıble denecek türden bazı Bidat ehli için durum farklıdır. Hareket alanını sınırlayıp kontrol altında tutsa da netice de varlığını tölere edebilir. Zamana, bazen uzun vadede zamana bırakarak törpülemeyi ve Sünnet’den sapan cihetlerini ıslah etmeyi amaçlar.

Fakat sorun şudur ki, Galiz-Sarih bir şekilde küfre girmiş olanları yani Gulat dediğimiz Şia, namı diğer Rafıziler ve Batıniyye; daha mutedil veya nisbeten ehven olan komşularımızın arasında kamufle olmak ve onları ayartmak daha da saptırıp kendilerine benzetmek ister. Bu durumda devlet tedbirli olmalı, fakat olası bir müdahalede de Kıble Ehli yani Müslüman olanı ile Zındık-Rafızi olanı ayırt etmesini bilmelidir. Nitekim Osmanlı’da, biraz da hariçte yedi düvelle boğuştuğu zayıf dönemlerinde, zaman zaman bazı Bektaşi ve benzeri tür Kızılbaşlığa göz yummuş, ama, birincisi, Gulat olduklarında veya Misyonerlik yaptıklarında müdahale etmiştir; ikincisi de, isyan ettikleri veya isyan hazırlığında olduklarında müdahale etmiştir.. Belli bir dönemden sonra ise bazı bölgelerde artık sadece gulatları kaldığından, gayrı müslim gibi bir statüde olup, askere alınmayıp ve müslümandan sayılmayıp, bir tür cizye hükmünde vergiler alınmak şartıyla kendi hallerine bırakılmışlardır. Bununla birlikte Kıble Ehli sayılanlar ise Müslüman oldukları için mükellef kabul edilmiş ve ona göre bir muamele görmüşlerdir. Buradaki, bazı dönemlerdeki kargaşanın sebebi bahsettiğimiz sızma ve takiyyelerdir. Devletin en güçlü ve iyi zamanlarında zaten hiç birisine fırsat verilmemiştir, lakin devlet yeterince iç ve dış tehditle uğraşır ve sürekli kan kaybederken, rahat durmaları fesad ve isyan çıkarmamaları şartıyla bazı gulatları zımmi gibi bir kefere statüsünde olaraktan tölere etmek zorunda kalmıştır.

İslam Devleti olmadıkda durum ne olmalıdır, denirse. Eman verilmiş bir memlekette, evrensel ahlak ilkeleri vs müşterek değerlerimizde buluşur ve tebliğ davet yaparız ve bazı insani münasebetlerimiz olur. Her kafir düşman değildir. Yani şu manada ki; cuhudi küfür ile cehli küfür bir değildir. Bazı ehli küfür islama ve ümmete düşmanlık eder, bazısı ise bilmediğinden dolayı küfürdedir. Bilhassa böyleleri tebliğde de insani bazı münasebet ve komşulukta da önceliği hak ederler. Bazıları Şia-yı Hilafet değil de Şia-yı Velayet kaabilindendir. Bunlar Bidatçi de olsa neticede Ehli Kıble Müslüman kardeşlerdir. Bu babda da İbni Teymiyye’nin vurguladığı şu usul geçerlidir; bidatçi veya fasık bir müslümana, ondaki bidat veya fıskı nisbetinde buğz edilir yüz çevrilir, ve ondaki hayır ve sünnet nisbetince de muhabbet beslenir.. Bu türden bazı Şii komşulara, esasen Sünnilik adına ortaya atılan bir kısım bidatlere hurafelere de aynı şiddetle muhalif olduğumuzu, günümüzde şiiler gibi sünnilerin de (Sünni kaynaklar değil, Laik asrın bir meyvesi olarak bazı sünni avam) şirazeden çıkıp bidatlere ve fıska zulme bulaştığı gerçeği anlatılmalıdır. Yani hususi, kişisel bir husumetimizin olmadığı, Hak nereden gelirse kabul edip, batıl kimden neş’et ederse etsin karşı olduğumuzu vurgulamak gerekir. Bir kimse isterse Nuseyri-Dürzi yani küfür ehli olsun, ihanet etmedikçe, düşmanlık yapmadıkça onunla bir kavgayı böylesi bir ortamda öncelemeyiz, dost edinmesek de, savaşımız da olmaz. Yeter ki Rus ile Çin ile, Kızıl blokla birleşip camimizi bombalamasın çocuklarımızı katletmesin, ırzımıza el atmasın! (Suriye’deki Nuseyri Baasçı devlette olduğu gibi). Yeter ki Amerika ve Avrupa’nın Nato’nun işbirliğini kuklalığını yapıp bizleri Ebu Gureyb’lere tıkayıp işkence etmesin, ırzımıza el atmasın, camimizi basmasın (Irak’da, Nato işgali bitirip çekilirken kendilerine hiç yoktan bir devlet teslim edip çekildiği Şii-Caferi hükümetinde olduğu gibi).

x

WhatsApp İhbar Hattı

+90 (553) 313 94 23