Bir ihanetin anatomisini incelerken…
Bir ihanetin anatomisini incelerken…
Yaşar Değirmenci
Dini oluşumlar, Cumhuriyet döneminde tümüyle merdiven altına itilmiştir.
Değerli kardeşim, gönül dostum, Dâvâ arkadaşım Latif Erdoğan’ın gazetemizdeki yazısını arkadaşlarla okurken aramızdaki “tefekkür değerlendirmesi”nin bazı notlarını da siz değerli okuyucularımla paylaşayım.
Osmanlı döneminde devlet anlayışında “Din” en azından sahte şeylerden korunmaya çalışır haldeydi.
Cumhuriyet döneminde bu tür yapılar resmen yabancı ajanların kucaklarına itildi.
Adnan Oktar’ından tutun da, Müslüm Gündüz, Ali Kalkancı gibi sahte şeyhler yeri ve zamanı geldi mi ön plana çıkarıldılar.
Kullanıldılar.
Ne yazık ki, şeyhlik düzeni ile palazlanan yapılar, holding olacak şekilde mali yapılarını güçlendirirken, sözde şeyh milyarlarca liralık büyük bir güce hükmeder oldu.
Ve yabancı düşman güçlerinin kullanabilecekleri yapılara dönüştürüldü.
Bu yapıların yabancı ajanların emrinde olduğunu anlayan içerdeki din düşmanı irade, gizliden gizliye, bazen de aleni bu tür yapıları desteklemiştir. Meselâ Türkiye dışarda dört bir taraftan kuşatılırken cemaatler ve tarikatlar meselesinin hortlatılması, bu ülkenin sinir uçlarının kaşınması, dahası, ülkenin en basiretli, en ferasetli tavır geliştirmesi gereken ordusuna mensup bir generalinin “cemaatler yok edilmezse, iç savaş çıkar” gibi akla ziyan açıklamalarda bulunuyor olması, ardından, “camide neden Atatürk’e rahmet okunmadı?”, denilerek, bu ülkenin cami cemaatinin birbirine düşürülmeye ve tam ortadan ikiye bölünmeye çalışılması, Türkiye’nin yumuşak karnının fena hâlde kaşınması, tam bir basiretsizlik örneğidir. Türkiye’nin ilk kez bu kadar derinlemesine ve bütün şer güçlerce kuşatıldığı bir zaman diliminde cemaatler ve tarikatlar meselesi başta olmak üzereDiyanet dâhil bütün İslâmî kurumların itibar suikastına tabi tutulması, intihar değil mi? Bütün bunları gerçekleştirmek isteyenler; bu ülkenin ekmeğini yiyip suyunu içen nankörler içimizdeki Siyonizm’in/Batı’nın uşaklığını yapmadılar mı? Devletin bütün kurumlarından İslâm’ın arındırıldığı, toplumun düşünce, sanat, bilim, kültür, estetik ve ahlâk birikiminin ve ruhunun yegâne kaynağı dininin her yerden temizlendiği tek ülke Türkiye değil mi?
Sadece Feto mu yoksa Feto’laşmış uşaklar güruhu mu?
Dini yapılar, belli bir güce erişince, düşman boş bırakmıyor.
Önce hemen yok etmeye çalışmıyor. Kullanıma elverişli hale getirmeye çalışıyor. Gelir mi gelmez mi ona bakıyor.
Şayet kullanıma elverişli bir şeyh değilse, ortadan kaldırmaya çalışıyor
Bir kaza süsü ile öldürme, yanlış ilaç tedavisi ile akli melekelerini zaafa uğratma ve böylece yerine kullanabilecekleri ismi ön plana çıkararak şeyhliğe geçirme gibi tüm faaliyetleri, devletimiz içindeki adamlarla birlikte yapabiliyorlar.
Askeriye ve devlet organlarında yer etmiş Kemalistler dini sevmezler, rejimin bekçiliği adına bu tür çalışmayı dış istihbaratlarla birlikte rahatlıkla yaparlar.
Dış yapı, buna karışmayın denilince içerideki din düşmanları o yapının büyümesine ses çıkarmadıkları gibi, destek dahi olmuşlardır.
Yıllarca devlet gücünü MİT’i yönlendirerek gelişmiş düşman ülkelerce kullanıldığı aşikardır.
Yahudi İngiliz ortaklığı ile bir üst akılca ülkemiz, sürekli kontrol edilmiş, yönlendirilmiş, bilerek toplumsal birlik yok edilmiştir.
Bu üst akıl dini hakkıyla yaşatmayı hedef edinmiş dini yapıları istemezler. Ancak dine zarar verecek her türlü dini yapılara da sonuna kadar destek olurlar.
Mü’min uyanık olmalıdır. Günümüzün bu şartlarını iyi bilmek zorundadır.
Cemaatindeki değişimleri iyi analiz etmeli, sapmaları önceden fark edip, cemaatinin din düşmanlarının yörüngesinde hareket ettiğini anlar anlamaz, tüm desteğini bıcak sırtı gibi kesmelidir.
Bu yüzden hiçbir cemaate körü körüne bağlanılmamalıdır.
Günümüz şartlarında en ehil bir cemaatin bile yabancı ve din düşmanı güçlerin eline geçebileceği, onların yörüngesinde, onların direktifleri ile hareket edebilecekleri, en azından teorik olarak bunun olabileceği akıldan çıkarılmamalıdır. Türkiye’nin dışardan çepeçevre kuşatıldığı bir zaman diliminde bu toplumun kuyusunu kazacak, toplumun farklı kesimlerini birbirine düşürecek, düşman yapacak, sinir uçlarını kaşıyacak tehlikeli işlere soyunmaktan özenle kaçınmak boynumuzun borcudur. Bu hususa da dikkat edelim.
Mü’min bunu yapmaz ise, FETÖ nün biri biter biri başlar. Sonra gencecik yaşta dindar kesimin evlatları müebbet ile yargılanır. Neyin ne olduğu bilinmez.
Her şeye rağmen aileyi, gençliği ve akideyi koruyalım. Bu ülke için gözünü kırpmadan canını verecek yürek çocuklarını yetiştirmeyi başaralım. Sorumluluğu üzerimizden atıp mazeretler uydurmayalım. “Nefs Muhasebesi” yapmayı unutmayalım!
Yazımı Latif Erdoğan’ın yazısının bitiş cümlesiyle bitireyim.
“Tarla sürülmüş, taşlar döşenmişti. Dikey büyüme hızlandı. Devletle burun buruna gelindi. İkisinden birisi artık varlık gerekçesini askıya alacaktı. 17- 25 Aralık bir varlık- yokluk mücadelesiydi. 15 Temmuz hain darbe teşebbüsü FETÖ’ye tüy dikti.
Devlet bir kez daha yenilmezliğini dosta düşmana ilan etti. O, kendisine bu kavgada Talut olmak düştüğünü söylüyordu. Ne ki Calut bile olamadı. Calut, hiç olmazsa savaşırken ölmüştü. Ya o…”