Nesil sanatkarlığı
Nesil sanatkarlığı
REFİK TUZCUOĞLU
Dün takvim yaprakları 24 Kasım Öğretmenler Günü’nü gösteriyordu. Okullarda şiirler okundu, kürsülerden “öğretmenliğin kutsal bir meslek olduğuna” dair hamasi nutuklar atıldı ve muhtemelen öğretmenler odası çiçek bahçesine döndü.
Bugün ışıklar söndü, protokol dağıldı, duyuru afişleri indirildi, çiçekler kaldırıldı.
Öğretmen; halen varsa tebeşir tozlu ceketiyle veya akıllı tahtasının ışığıyla, veli baskısıyla ve en önemlisi omuzlarındaki “nesil yetiştirme” vebali ve sorumluluğuyla baş başa kaldı.
O yüzden gelin, biz bugün beylik lafları bir kenara bırakıp meselenin bam teline dokunalım. Eğitim sistemimiz, kendimi bildim bileli tartışmalı bir konudur. Hele tarihi bir geçmişe doğru araştırma yapacak olursanız, Tanzimat döneminde yapılan tartışmalara şahit olursunuz. Daha da geriye giderseniz Koçi Bey’in risalesinde liyakatsiz personel ve kifayetsiz bürokrasiye dair tespitlerinin, dönemin eğitim sisteminin kalifiye insan yetiştirememesine ve devlet yönetimindeki basiretsizliğe kadar uzandığını görürsünüz.
Sultan Fatih’in kurduğu Sahn-ı Seman Medresesi’ne gösterdiği özen, tarihin ilerleyen bir döneminde zaafa uğruyor. O günlerden bugünlere miras kalan bir maarif sorunumuz var. Hatta Cemil Meriç sarsıcı değerlendirmelerde bulunur: “Hoca öğretmen oldu, talebe öğrenci. Öğretmen ne demek? Ne soğuk, ne haysiyetsiz, ne çirkin kelime. Hoca öğretmez, yetiştirir, aydınlatır, yaratır. Öğrenci ne demek? Talebe isteyendir; isteyen, arayan, susayan.”
Cemil Meriç’in kullanılan kelimeler üzerindeki hassasiyeti bilinir. O, tartışmayı en derinden, yani kavramlar üzerinden başlatır. Bu yazının sınırlarında böyle bir tartışmayı yürütmek mümkün olmasa da Meriç’in kaybedilen bir ruha yönelik tespitini dikkate almak gerekir. Zira hoca veya muallim kavramlarına yüklenen anlam; bilgiyi öğretme yanında bir erdem ve ahlaki önderlik misyonuydu. Biz şimdi onu salt bilgiye indirgedik. En azından algısı ve pratiği öyle gelişti.
Millî Eğitim Bakanı Yusuf Tekin, Eylül ayı’nda Anadolu Ajansı Editör Masası’na önemli açıklamalarda bulunmuştu. 12 yıllık zorunlu eğitimin tartışmaya açılmasından mesleki eğitimin önemine, kılık kıyafet serbestisinin getirdiği sorunlardan müfredat değişikliğine kadar pek çok konuya değindi. Bakan Tekin’in, “Bize emanet ettiğiniz çocuklara bir anne, bir baba şefkatiyle yaklaşan 1 milyon 250 bin kişilik bir aileyiz” sözleri, devletin iyi niyetini ve çabasını gösteriyor.
Ancak, en modern binaları yapıp en son teknolojiyle donatsak da o binaların içindeki “insan”ı inşa etmeyi başaramazsak bir yanımız eksik kalır. Yol ve köprüden önce insanı inşa etmek, asıl zihniyet inkılabını burada gerçekleştirmek zorundayız.
Öğretmen Memur mu, Ruh Sanatkârı mı?
Sadece sistemi veya veliyi eleştirmek kolaycılık olur. Kuşkusuz orada da söylenecek çok şey var. Çuvaldızı biraz da eğitim camiasına batırmalıyız. Öğretmenlik, mesai saati dolunca kapıyı çekip çıkacağımız bir memuriyet değildir. O, bir ruh sanatkârlığı, bir gönül doktorluğudur. Hatta kadim tarifle, bir “peygamber mesleği”dir.
Bugün sormamız gereken soru şudur: Kaçımız kendisini sadece bordrolu bir çalışan değil de genç ruhları işleyen bir usta olarak görüyor? Gençlik avare, aileler otoritesiz, sokaklar tekinsizse; bunda sadece sistemin değil, o gençlerin elinden tutamayan, derdiyle dertlenmeyen muallimin de payı yok mu?
Öğretmen; inançlı, edepli, liyakatli ve vicdanlı olandır. Okumayan öğretmen okutamaz, öğrenmeyen öğretemez, kendini geliştirmeyen başkasını geliştiremez, kendini tazelemeyen gençliği diri tutamaz. Öğretmen öğrencisine sadece bilgi yükleyen değil, ona şahsiyet kazandırandır.
Maarif Davamızın Geleceği
Eğitim sistemimizi “maarif” (bilme, tanıma, irfan sahibi olma) davasından koparıp, sadece test çözen, kariyer kovalayan mekanik bir “öğretim” sürecine indirgediğimiz gün kaybettik aslında. Zihinleri bilgiyle doldururken, gönülleri çorak bıraktık.
Şunu net olarak görelim: Öğretmeninin başı eğik olan bir ülkenin, geleceği dik duramaz. Ancak öğretmenin de başını dik tutması, bir peygamber mesleği yaptığı şuur ve itibarını yeniden kuşanmasıyla mümkündür. Bu hassasiyet, maaş ve özlük haklarının iyileştirilmesi bahsinden bağımsız bir duygudur. Öğretmenlerimizi yılda bir gün hatırlayıp, kalan 364 gün onları sistemin çarkları arasında yalnız bırakmak, bu ülkeye yapılabilecek en büyük kötülüktür.
Dün Öğretmenler Günü’müzü kutladık, bugün ise düşünme ve muhasebe vaktidir. Yeniden “muallim”in o vakur duruşunu, yeniden “talebe”nin edep dolu bakışını ve yeniden “mekteb”in irfan yuvası kimliğini bugünün eğitim kurumlarında ihya etmek zorundayız. Milletçe geleceğimiz, yarınımızı şekillendirecek olan gençlerin kalitesine, ahlakına ve vizyonuna bağlıdır.