Kendinden özür dilemek yetmez(2)
Kendinden özür dilemek yetmez(2)
Mustafa Çelik
Kırk doğru adımla çıkılan yerden bir yanlış adım atmakla düşülür derler. Ama asıl düşüş, yanlış adım attıktan sonra özür dilemeyi reddetmekte, kırdıklarını görmezden gelmekte yatar.
Zulmettiklerimizden özür dilemek yerine, kin ve kibir atmosferinde yaşıyoruz. Bir “özür dilerim” demek bazen bin kelimeden daha güçlüdür; ama biz bunu dile getirmekten kaçıyoruz. Belki utandığımız için değil, belki de gururumuzun duvarlarını yıkmaya cesaret edemediğimiz için. Çünkü bir özrün ardında kırılganlık vardır, içtenlik vardır, belki de geçmişle yüzleşme korkusu. Oysa ne çok insan, bir tek kelime bekliyor bizden: “Affet.”
Bir bakış, bir içtenlik, bir pişmanlık. Ama biz ne yapıyoruz? İçimize sinen sessizlikte, üstünü örttüğümüz hatalarla yaşamaya devam ediyoruz. Zaman geçiyor, yaralar kabuk tutmuyor; çünkü özür gelmiyor. Ve her geçen gün, özür dileyememenin ağırlığıyla biraz daha yabancılaşıyoruz birbirimize. Hatalar alışkanlığa, kibir kimliğe dönüşüyor.
Bazen birine özür borçlu olduğumuzu hissederiz. Söylenen bir söz, atlanan bir davranış, geciken bir ilgi... O anda içimizde bir pişmanlık belirir. Sonra bu pişmanlığı bir düşünceye dönüştürürüz: “Keşke öyle demeseydim.” Belki de kendi kendimize sessizce mırıldanırız: “Özür dilerim.” Ama kimse duymamıştır. Çünkü bu özür yalnızca bize yöneliktir — içimize, kendi vicdanımıza. Ve orada kalır.
İşte tam burada garip bir çelişkiyle karşı karşıyayız. Özür dilemek, özünde toplumsal bir eylemken, giderek daha bireysel bir forma bürünüyor. İnsanlar hatalarını içlerinde çözmeye, özrü sadece kendi iç dünyalarına yöneltmeye eğilimli hale geliyor. Bu, ilk bakışta bir içsel olgunluk gibi görünebilir: “Kendini sorguluyor, sorumluluk alıyor.” Ne var ki, yüzleşme cesareti göstermeyen bu içe dönük özürler, çoğu zaman kırılan kişiyle değil, kıran kişinin kendi benliğiyle hesaplaşmasından ibaret kalıyor.
Burada akla şu soru geliyor: Bir özrün amacı nedir? Kendi iç huzurumuzu sağlamak mı, yoksa karşımızdakiyle olan bağı onarmak mı? Eğer yalnızca içimizde kalan bir özürse bu, karşı taraf için hiçbir anlam taşımaz. Hatta çoğu zaman özrün yokluğu, ilişkilerde daha derin bir yara açar. Çünkü kırılan kişi, bir geri bildirim, bir fark edilme, bir değer görme ihtiyacı duyar. Özür, onun gözünde yalnızca bir “pişmanlık” değil, bir “kabul”dür. “Evet, seni kırdım ve bunun farkındayım” demektir.
İşte tam bu noktada meselenin görünmeyen boyutu devreye girer: narsisizm. Modern çağın en görünmez salgınlarından biri. Çoğu zaman yüksek sesle kendini överek değil, sessizce kendini merkeze alarak ortaya çıkar. Kendi vicdanını tatmin edip karşı tarafın duygularını ikinci plana atmak —işte bu da narsisizmin zarif ama incitici bir biçimidir. Özür dilememek değil belki, ama özrü yalnızca kendine saklamak. Sanki karşıdaki insanın hisleri değil de, sadece kendi iç huzurumuz kıymetlidir. Bu da bir tür kibirdir, ama gürültüsüz olanından. Elbette insan önce kendine dönmeli. Kendi hatasını fark etmeli. Ama orada durmamalı. Gerçek bir özür, kapalı kapılar ardında değil, ilişki zemininde doğar. Söze dökülür, yüz yüze gelir. Özür, karşılıklı bir köprüdür. Kendimize fısıldadığımız özürler ise çoğu zaman bu köprüyü kurmaya yetmez.
Bugün ilişkiler neden bu kadar kırılgan, neden bu kadar geç iyileşiyor? Belki de çok fazla içimize dönüyor, çok az dışımıza yöneliyoruz. Belki de affedilmeye çalışmıyor, sadece kendimizi affetmekle yetiniyoruz. Ve belki de bu yüzden, bazen en çok duymamız gereken cümle şu oluyor:
“Özür dilerim… senden.”
Özür dilemek bir eksiklik değil, bir erdemdir. Hatalarımızda ısrarcı olmak bizi küçültürken, onları kabul etmek ve telafi yoluna gitmek bizi yüceltir. Dinimiz, hem Allah’tan af dilemeyi hem de birbirimizden özür dileyerek kalpleri onarmayı öğütler. Çünkü özür, sadece bir kelime değil; kalpten gelen bir arınma niyetidir.
Hataların ardından özür dilemek gelmezse, yıldırım hızıyla kin ve kibir harekete geçer. Nitekim bugün kin, bir yük gibi sırtımıza biniyor. Kibir, kalbimizi taşlaştırıyor. Ve biz, hâlâ kendi haklılığımızın sarhoşluğunda, en çok da kendimize zulmediyoruz. Belki de en büyük erdem, haksız olduğunda bunu kabul edebilmektir. Ve belki de en büyük devrim, “özür dilerim” diyebilmektir.
Medeniyet devrimi, insanın kendi içinde başlar. Bir insan, bir başkasına hata yaptığında, bunu fark edip içtenlikle özür diliyorsa, işte o anda küçük ama gerçek bir devrim gerçekleşir. Çünkü özür dilemek, gücün değil, erdemin ürünüdür. Egoyu bir kenara bırakmak, haklı olma arzusunu bastırmak ve karşındakinin kalbini gözetmek... Tüm bunlar, gelişmişliğin en sade ama en yüce göstergeleridir.
Toplumlar çoğu zaman büyük yanlışları görmezden gelir ama küçük bir “özür” bile ilişkileri onarır, köprüleri yeniden kurar. Ne yazık ki, bazen en medeni geçinen toplumlar bile bu basit erdemi unuturlar. Hâlbuki asıl ilerleme, insan ilişkilerinde kendini gösterir.