Nasılsın, iyi misin?
Herkesin bildiği sırlardan biri: İnsan ölümlüdür. Fanidir. Dünya günlerimiz sonludur.
Gelip geçiyoruz. Bırakıp gideceğiz. Neyi seviyorsak, bir gün ayrılacağız.
Bu dünya kimseye kalmadı, bize de kalmayacak. Burada kalıcı olan tek şey ölümdür.
Bir atalar sözü yahut yasal uyarı. Artık nasıl anlarsanız, nasıl kabul ederseniz: İki yakamız bir araya gelmese de iki elimiz yanımıza gelecek!
Elde etmeye çalıştığımız, bunun için kendimizi ve çevremizi perişan ettiğimiz şeylere bir bakalım. Mal mülk, mevki makam, şan şöhret…
Eninde sonunda: Oyun bitecek, rüya sona erecek! Biriktirdiğimiz şeylerin altında kalacağız.
İstanbul Arkeoloji Müzesi›ni ziyaret ettiğim esnada, bir tarla tapusu görmüştüm. Hitit devrinden kalma bir tablet. O tarla, kim bilir, günümüze kadar kaç kez el değiştirmiştir? Nice insanı sevindirmiş veya üzmüştür. Tarla yerli yerinde duruyor. Sahiplerinin ise kemikleri bile kalmamış. Adı üstünde, taşınmaz mal.
Atalarımız, fâni olan dünya hayatı için ‘hayat-ı müstear’ ifadesini kullanırmış. O halde sadece aramızda olanları değil, olmayanları da sevindirecek işler yapmalıyız. Ne var ki, tam aksine, asla bizim olmayacak veya elimizde kalmayacak şeyler için ölümüne mücadele ediyoruz. Ne garip.
İstanbul Arkeoloji Müzesi’nin Erken Roma dönemine ait mezar taşlarının olduğu bölümde ise oldukça dikkat çeken ibarelerle karşılaşmıştım. (Yeri gelmişken: İstanbul’da yaşayanların İstanbul Arkeoloji Müzesi’ne, Ankara’da yaşayanların Anadolu Medeniyetleri Müzesi’ne gitmesini tavsiye ederim.)
Farkındayım. Roma denilince, hemen hemen, hiçbir kimsenin aklına hoş şeyler gelmiyor. Fakat bunlar, ‘acil ihtiyaç listesi’ gibi önümüzde duruyor.
Üst rütbeli bir devlet memurunun mezar taşında şu ifade bulunuyor: “Görevini kötüye kullanmadı.”
Sıradan bir Roma vatandaşının mezar taşında yazan cümle: “İyiydi ve birçok meziyeti vardı.”
On sekiz yaşında ölen bir kızın mezar taşında ise bu cümle yer alıyor: “On sekiz yıl düzenli bir şekilde yaşadı.”
Asıl dikkatimi çeken, birden fazla mezar taşında yer alan, şu ifadeydi: “İyi ve kimseye acı çektirmemiş.”
Bir başka ifadeyle: Kimseye acı çektirmemek, sıkıntı ve eziyet vermemek. İyi bir insan olmanın kadim ölçüsü budur!
Hal böyle iken, soru şöyle oluyor: Mezar taşları hariç, aramızda böyle bir kimseler var mı?
Bir başka soru: Helal gıdaya gösterdiğimiz hassasiyeti, helallik almaya ve kul hakkına girmemeye gösteriyor muyuz?
Bitmedi, devamı var: İş tutarken ölçümüz, hakikat mi, yoksa piyasa şartları mı?
Ve bir tane daha: Hayata mı uyuyoruz, yoksa hayatımızı Hakk’a mı uyduruyoruz?
Sorular ve sorunlar, böylece uzayıp gidiyor. Uzamasın.
Tutarlı değilsek, olmak zorundayız. Yanlış insanlarla doğru iş yapılamayacağı gibi, tersi de geçerlidir. Doğru bile olsak, yapılan iş yanlışsa ve içindeysek, yanlışızdır.
Kimin söylediğini hatırlamıyorum ama şöyle güzel bir söz var: “Yanlışlar elbette hepimiz için. Fakat doğru insana yanlış yapmak, basit insanlar için.”
Sadece doğrular değil, yanlışlar da insana mahsustur, insanîdir. Mühim olan yanlışta ısrar etmemektir. Yanlışta ısrar etmek, bir müddet sonra, “haksızlığın tadını çıkarmak” anlamına gelir. Yanlıştan dönmek ise döneklik değildir. Hakkı sahibine teslim etmektir.
Bulundukları makamdan, mevkiden güç alarak insanlara yanlış yapanlar için ibretlik bir hatırlatma yapalım: Ne oldum değil, ne olacağım.
Bir örnek verelim. Lidya devletinin başkenti olan Sardes, bugün, küçük bir köyün sınırları içindedir. Manisa ilinin Salihli ilçesine bağlı Mustafa köyü.
İşte, hepsi bu kadar.