Biz, yüz çizgileri belirginleşmiş, geç kalmış bir nesiliz
Biz, yüz çizgileri belirginleşmiş, geç kalmış bir nesiliz
AHMET CAN KARAHASANOĞLU
Yollar. Ne ilk ne de son kez. Her şehir, her kasaba, her ara sokak bir başka hikâyeyi çağrıştırıyor. Biten hikâyeler bitmiştir fakat göz yine görmek ister biteviye. Araçlar değişse de bellek hep arayıştadır. Tuhaf olan şu ki, nereye gidilirse gidilsin spontane çıkılan yolculuklarda hep bir meczup çıkar karşınıza.
Tevafuk mu? Belki. Ama buna tılsım diyorum artık. Sanki görünmeyen bir anlaşma var evrenle insan arasında. Siz geçerken beliren bazı şeyler var. Meczuplar, bu aniden beliren olağanüstülüklerin ete kemiğe bürünmüş hâli.
Kelimeleri savrulmuş, mantıkları çarpık ama ruhları… Ruhları çok daha berrak bizlerden.
Sıradan insanların içinde, dibe vurması an meselesi olanları tanıyor meczuplar. Kendilerine yakın olanları tanıyan sezginin kaçak ajanları diyorum onlara. Onlara yabancı değilseniz sizi hissediyorlar.
Belki de içinizde, zamanında dışarıya kapatılmış, gün ışığına çıkarılmamış bir “ben” var. Onları tanıyan. Onları unutmamış olan. Ve her karşılaşmada bu gerçeküstü tecrübe, küçük bir detayla yokluyor zihnimi. “İşte,” diyorum, “safkan bir yaşam.”
İki gün önceydi. İkindinin kokusunu duydum ve güneşi gördüm. Öyle ince bir meltem eşliğinde: “Hah, şimdi oldu,” dedim. Bir bakayım ne sunacak bu tatlı bahar. Yeterince yürümüş olmanız gerekiyor bazı detayları anlamak için.
Ve Aksaray’da bir köprünün altına sığınmış, ayak parmakları morarmış sokakta yaşayan bir meczup ile göz göze geldim. Bakışlarımı alamadım. Bedenini zorlayarak ayağa kalkabildi ve yanıma doğru yaklaşmaya başladı. Bir metreden az bir mesafe kaldı aramızda.
“Bakma öyle,” dedi, “sen de buradaydın dün gece, sadece uyanamadın.” Gülümsedim. O anda anladım: Meczup, hayatın fazlasını görmüş ama azını anlatabilmiş kişidir. Deliliği, fazlalığın taşıyamadığı sadeliktedir. Ve biz, fazlalıktan nasibimizi her gün alıyoruz ama o sadeliği ıskalıyoruz.
Her umutsuzluk anında (gerçek bir hüzün avcısıysa kişi) biri çıkar insanın karşısına. “Şimdi burada olabilirdin,” der gözleriyle, “bir kartonun üstünde, bir rüzgârın içinde.” O zaman tekrar bakarsınız hayatınıza.
Şükür mü? Belki. Ama daha çok fark ediş. Acının öğrettiği her şeyin, ilhamın ta kendisi oluşu. Çünkü acı bir kez konuk oldu mu, sizi bir daha terk etmiyor. Sadece kılık değiştiriyor.
Şunu söylemek isterim, sevgili okur: Hiçbir şeyi ıskalamayın. Hiçbir bakışı, hiçbir gölgeyi, hiçbir neşeyi, hiçbir acıyı. Hayatın içinde öyle ayrıntılar var ki, sessizliğin en gür şiddetiyle haykırıyor.
Yeter ki dikkatle bakın. Uzun uzun bakın. Görmeye başladığınızda, hayatın anlattığı hikâyeyi siz de yazmaya başlayacaksınız.
Aslında şehirler geçiyor, yollar uzuyor ama meczuplar hep aynı kalıyor. Onlar, görünmeyen şehirlerin, kayıp haritaların, unutulmuş gerçeklerin devriyecileri. Ve her biri, ruhun loş koridoruna yansıyan imgeleri kırbaçlıyor.
Vah ki ne vah! Nicedir enkaz kalıntısı olmayan bir gün gelir mi?
İşte o gün loş koridor aydınlanır mı? O aydınlık içimize yansır mı? Evet yansır, ama bizden geçtikten sonra. Çünkü biz, yüz çizgileri belirginleşmiş, geç kalmış bir nesiliz.