• İSTANBUL
  • İMSAK
    00:00
    GÜNEŞ
    00:00
    ÖĞLE
    00:00
    İKİNDİ
    00:00
    AKŞAM
    00:00
    YATSI
    00:00
  • 0.0
  • 0.0
  • 0.0

TÜRKİYE'NİN YAŞAYAN İLİM HAZİNELERİ

Yeniakit Publisher
2020-05-05 11:07:20 -
TÜRKİYE'NİN YAŞAYAN İLİM HAZİNELERİ

İslam felsefesi araştırmacısı Prof. Dr. Mahmut Kaya: - "İslam, 11. yüzyılın sonuna kadar altın çağını yaşadı. Bu dönemde İslam, içinden ve dışından iki büyük tehlike ile karşılaştı. İçeriden zuhur eden tehlike, Mısır'da Şii Fatimi Devleti'dir. Dışarıdan ise Haçlı Seferleri" - "Her şeye rağmen Türkiye, resmi ve sivil kurumlarıyla zengin bir tarihi mirası devraldığı için bir medeniyetin yetiştirdiği, disipline edilmiş bir nesil olarak kolay toparlandı" - "Türk halkı belli dönem baskılar neticesinde dine susamış bir halk haline gelmiştir. Bu dönemden sonra din adına kim çıkıp bir şeyler söylese, herhangi bir toplulukta ayet, hadis, birkaç menkıbe anlatsa, ağzı da laf yapıyorsa hemen etrafına adam toplayabiliyordu. Eğer biraz istismara kalkarsanız kısa süre sonra zengin de olursunuz. Eğer kötü niyetliyseniz onu başka yollara çekebiliyorsunuz. FETÖ olayıyla olan budur Türkiye'de. Dün de öyle bugün de öyle" - "(FETÖ) Kim ne okuyorsa, ne okutuyorsa, ister siyasete girsin ister dernek kursun, kontrolsüz güç, devlet için de tehlikelidir, din için de tehlikelidir. Bundan en çok din ve dindar zarar görür" - "Gönenli Mehmet Efendi'den bahsetmek zorundayım. O meçhul bir kahraman gibiydi. İslam'a aşıktı, her hafta İstanbul'un bir başka semtindeki camilere gider, oradaki kadınlara vaazda bulunurdu. Kadınlar da kendi aralarında birkaç kuruş bir şey toplar hocaya verirdi. Hoca topladığı parayı talebelere her gün dağıtırdı. Paltosunun ceplerini çıkartır, 'Cepler boş, gönüller hoş' derdi"

İSTANBUL (AA) - SALİH ŞEREF - İslam felsefesi araştırmacısı Prof. Dr. Mahmut Kaya, yarım asırdan fazla süredir fikri ve ilmi çalışmalarıyla yüzlerce konferans, seminer, panel ve derslerin yanı sıra TDV İslam Ansiklopedisinde bilim kurulu üyesi olarak binlerce maddenin yazılmasına vesile oldu. Kaya, halen İSAM'da bulunan odasında ilmi faaliyetlerini sürdürüyor.

Tokat'ın Artova ilçesinde 1945 yılında dünyaya gelen Kaya, geleneksel medrese usulüne göre 6 yaşında Batum Medresesi mezunu Feyzi İşler Hocaefendi'den 4 yıl Arapça ve Kur'an-ı Kerim eğitimi aldı.

Kaya, 1972'de İstanbul Üniversitesi (İÜ) Edebiyat Fakültesi Arap-Fars Dilleri ve Edebiyatları Bölümünden mezun olarak aynı fakültenin Felsefe Bölümü Türk-İslam Düşüncesi Tarihi kürsüsünde asistan oldu.

1979 yılında doktorasını aynı kürsüde tamamlayan Kaya, 1982'de yardımcı doçent, 1986'da doçent, 1992'de profesör oldu. İÜ Edebiyat Fakültesi Felsefe Bölümü Türk İslam Düşüncesi Anabilim Dalı Başkanlığı ve İslam Araştırmaları Merkezi Müdürlüğü görevlerinde bulundu.

Prof. Dr. Mahmut Kaya, "Türkiye'nin Yaşayan İlim Hazineleri" haber dosyası kapsamında AA muhabirinin sorularını yanıtlayarak hayat hikayesi, ilmi çalışmaları, din eğitiminin önemi, İslam dünyasında son dönemde varlık gösteren "şiddet" eğilimli akımlarla ilgili açıklamalar yaptı.

ÖNE ÇIKAN VİDEO

SORU: "Ülkemizin zor zamanlar geçirdiği yıllarda yetiştiniz, Türkiye'nin farklı dönemlerine şahitlik ettiniz. Yaşadığınız çeşitli zorluklara rağmen ilim ve bilgi yolunda yürümeye gayret ettiniz. Sizi kısaca tanıyabilir miyiz?" 


MAHMUT KAYA: "Tokat'ın Artova ilçesine bağlı Kunduzağalı köyünde dünyaya geldim. Köyümüz 50 hanelik küçük bir köy. Ailem çiftçilikle uğraşıyordu. Ben 7 kardeşin 6'ncısıyım. Köyümüzde ilkokul yoktu. Bizim civarda okullaşma 1960'lardan sonra başladı. Onun için ilkokula gitme şansımız olmadı. Dolayısıyla küçük yaşta, 6 yaşında Kur'an-ı Kerim öğrenmeye başladım. Evde babam, dışarıda ise köy imamı okutuyordu.

- "Evladım, memleketimizde hafız çok ama hoca kalmadı"

SORU: "Arapça öğrenmeye nasıl başladınız?"

MAHMUT KAYA: "1951 senesinde şu anda Yeşilyurt kasabası olan yere gittim. O zaman ismi Musaköy'dü, bir tren istasyonu vardı, gelişmekte olan bir kasabaydı. Orada hafızlık çalışmaya başlamıştım. Birkaç cüz ezberledim ama babam bir gün kasabaya geldi, 'Evladım, memleketimizde hafız çok ama hoca kalmadı. Musaköy'e Arapça bilen bir hocaefendi gelmiş, ben seni ona göndereyim.' dedi. Oraya gönderdi, ben henüz 6-7 yaşlarındayım. Böylece medrese usulü Arapça öğrenmeye başladım.

Hocamız Feyzi İşler Hocaefendi'nin, kıraatı çok güzeldi, ayrıca orada bize talim ve tecvit üzere Kur'an-ı Kerim de öğretti. Batum Medresesi mezunuydu. Kars'ın Posof ilçesinden gelmiş, Musaköy'de imamlık yapıyordu. Allah rahmet eylesin, enteresan bir insandı. Giyimiyle, kuşamıyla, cemaatle, halkla olan ilişkisiyle bir otoriteydi, şahsiyet sahibi bir zattı. Sarığını, cübbesini o kadar temiz giyinirdi ki, kışın kürkleri, yazın hakikaten nefis kıyafetleri vardı. Kale gibi bir imanı vardı. Ben zaman zaman bahsederken, İmam Birgivi gibi bir insandı derim. Aynı zamanda örnek bir şahsiyetti. İslamın nezahatini, nezafetini, nezaketini hep onun üzerinde görebilirdiniz. Sesi de çok güzeldi, çok güzel okurdu. Bir gayret-i diniyesi, hamiyet-i milliyesi vardı. Bugünkü deyimle çok idealist bir insandı. Onun için din her şeydi, hatta derdi ki: 'Gam değildir gide dünya kala din, gam odur ki kala dünya gide din.'

Böyle bir insandı Feyzi Hoca. İşte o bize Arapçayı geleneksel medrese usulüyle okuttu. Arapça enteresan bir dildir; kelimenin bünyesini oluşturan harfler kırılır, başka bir şekil alır, anlam değişir. Bir kelimenin ana bünyesi vardır, ona mücerret fiiller derler. Bir de mezid (ekli) fiiller. O ekler alır, başından da alır, ortasından da alır, sonundan da alır. Her ek aldıkça anlam da değişir. Arapçanın böyle bir özelliği var. Buna iğlal ve idğam deriz. Onu bize o kadar güzel öğretti ki Allah ona rahmet eylesin.

Ben Arapçayı öğrendiğimde Türkçe yazma ve okumayı bilmiyordum. İnsan bir yabancı dili öğrendiğinde anadiliyle mukayese yapar. Fiil çekimi diyelim, Türkçede böyle Arapçada böyleymiş der. Türkçede önce özne, sonra nesne, en sonda fiil gelir, Arapçada bunun tam tersidir. Biz bunları bilmiyoruz, mukayese etme imkanımız yok. Bütün tarih boyunca medresenin çıkmazı buradaydı. Kendi anadilinin gramerini bilmeden, grameri çok gelişmiş olan bir yabancı dili öğreniyordu talebeler. O yüzden de medrese eğitimi çok uzun sürüyordu ve gencin dinamizmi o alet dersleri denilen sarf, nahiv, beyan ilimlerini öğrenmekle geçiyordu. Tam Arapçaya hakim olduğu zaman dinamizmi bitiyordu. Bunu sonradan biz muhakeme edebiliyoruz. Yani bu, meme emen çocuğa katı mama vermek gibi bir şey oluyor. Medresenin çıkmazı buradaydı. Çok güzel bir programı var ama bu öğretim sistemi pedagojik kurallara aykırı ama Feyzi İşler iyi bir eğitimciydi. Dört yıl ondan eğitim aldım, sonra 10-11 yaşında İstanbul'a geldim."

SORU: "İstanbul'a niçin gittiniz?"

MAHMUT KAYA: "Bize yakın köyden Feyzullah Değerli diye bir zat vardı, sonra İstanbul'un en meşhur vaizlerinden oldu. Çok iyi bir halk vaiziydi. İstanbul'a gitti, bizim hocadan da ders alıyordu, ben oradan tanıyorum kendisini. İki sene sonra İstanbul'dan geldi, Feyzullah değişmiş. 'İstanbul'da yeni Kur'an kursları açılmış. Yatılı Kur'an kursları var, yeme içme bedava, hocalar var okutuyorlar, hafızlığa çalışanlar, Arapça okuyanlar var.' dedi. Öyle anlatınca, biz de tabii özendik. Sonra 1955'de babama 'Beni İstanbul'a gönder.' dedim. 'Oğlum, el kadar çocuksun, ben seni nereye göndereyim.' dedi. İstanbul o zaman hayal şehri, bilen, gelen giden yok, ulaşım, iletişim yok. Bir gün babam, Feyzullah'ın babasını ilçede görmüş, 'Ömer amca nasılsın' diye sormuş. O da 'İstanbul'a gideceğim de harçlığım yok.' demiş. Babam bunu duyunca 'Bizim çocuk da gitmek istiyor, onu da götürürsen ben senin harçlığını temin ederim.' demiş. Böylece ben, Ömer amcayla İstanbul'a gittim. 11 yaşındayım. Feyzullah hoca beni Gönenli Mehmet Efendi'ye gönderdi."

SORU: "Kendinizi nasıl bir ilmi sürekliliğin devamı olarak görüyorsunuz? Hayat yolculuğunda sizi etkileyen şahsiyetlerden ve sizi motive eden hususlardan bahseder misiniz?"

MAHMUT KAYA: "1956'dan itibaren Molla Gürani Camisi'nde, Siirt'in Kurtalan ilçesinin Çimzah köyünden Mella (Molla) Said Hoca'da okudum. Hoca sabah namazından sonra gelirdi, otururduk, öğleye kadar okurduk. Onunla, geleneksel medrese sistemiyle okuduk. Akşam da Ahmet Davudoğlu Hoca'ya devam ettim, o da evinde okuturdu.

- "Keşke senin Arapçan ile benim Fransızcamı değiştirebilsek"

Bunların dışında o yıllarda muhabbetimin geliştiği bir diğer isim Necip Fazıl Kısakürek'tir. Bir Kurban Bayramı'nda imam hatipli arkadaşlarım Necip Fazıl Kısakürek'i ziyarete gidiyorlardı, ben de onların peşine takıldım. Arkadaşlarımız imam hatip talebesi olduğu için Üstad, bazı dini konuları onlara soruyor. Sorular gayet basit fakat arkadaşlar çoğu zaman bilmiyorlar. Benim de boyum kısa, arka taraflarda oturuyorum, bir de o zamanlar küçüğüm, reşit değilim, ince sesliyim falan. Yine bir soru sordu, 'Buna ne dersiniz?' dedi. Kimseden ses çıkmayınca, ben 'Efendim, o mesele şöyledir.' dedim. Şaşırdı tabii Üstad, 'Ayol bu kim' dedi. O cevaptan sonra konuşmasına beni muhatap alarak devam etti ve dedi ki, 'Keşke senin Arapçan ile benim Fransızcamı değiştirebilsek.' Bunu daha sonraları bana birkaç defa daha söyledi. Böylece Necip Fazıl ile tanışmış olduk.

- "Gönenli Mehmet Efendi meçhul bir kahramandı"

Türkiye'nin dini eğitimi ve bilgi bakımından bugüne gelmesinde payı, emeği olan kurum ve kişiler vardır. Bunlar cami yaptırma dernekleri, Kur'an kursları ve imam hatip okullarıdır. Bu üç merkez halkı İslam etrafında birleştirdi. Bunların başında İstanbul'da belli hocalar vardı ders okutan. Ahmet Davudoğlu, Süleyman Efendi'nin (Tunahan) kursları, Ermenekli Saffet Hoca, Yeni Cami'nin imamı Nuri Efendi ve diğerleri... Daha pek çok isim sayabilirim ama Gönenli Mehmet Efendi'den bahsetmek zorundayım. O meçhul bir kahraman gibiydi. İslam'a aşıktı, her hafta İstanbul'un bir başka semtindeki camilere gider, oradaki kadınlara vaazda bulunurdu. Kadınlar da kendi aralarında birkaç kuruş bir şey toplar hocaya verirdi. Hoca topladığı parayı talebelere her gün dağıtırdı. Paltosunun ceplerini çıkartır, 'Cepler boş, gönüller hoş' derdi. Allah ona rahmet eylesin. Aşağı yukarı 1945'lerden 1985'lere kadar diyanette imam, müezzin, vaiz, müftü olanların birçoğu onun kurslarından yetişmiştir."

SORU: "Endülüs İslam medeniyetinden başlayarak Zeytune, Karaviyyin, El-Ezher, Bağdat, Nizamülmülk, Osmanlı İstanbul Medreseleri gibi İslam medeniyetinin kurucu merkezleri var. Bu merkezlerin din anlayışındaki temel zemin ve ortak noktalar nelerdir?"

MAHMUT KAYA: "Tabii bu, üzerine saatlerce konuşulması gereken geniş bir mesele. Çünkü çok uzun süren, aşağı yukarı 1300 küsur sene devam eden bir eğitim sistemi. İslamiyet'in zuhurundan itibaren özellikle Hazreti Ömer döneminde İslamiyet, Arap Yarımadası'nın dışına taşmıştır. Çok kısa zamanda geniş fetihler gerçekleşmiş. Hicri 80. yıla gelinceye kadar Müslümanların elinde aşağı yukarı Kur'an'dan başka yazılı metin yoktu. Niye? Çünkü fetihlerle meşgul. Oturacak, düşünecek, kitap yazacak, sistematik bir düşünce, yok öyle bir şey. Bu enteresan bir gelişme olarak zuhur etti. Yani yanardağ gibi bir patlama. İnsanlık tarihinde böyle bir şey yok.

- "Nizamiye Medreseleri, Batıniler ile başa çıkmak için açılıyor"

Nizamülmülk dönemine kadar camiler ve özel odalarda, gayrinizami şekilde İslami ilimler okutuluyor. Yani Kur'an'ı anlamak için yavaş yavaş ilimler gelişiyor. Sonra bakıyoruz, 19 tane fıkıh ekolü var, bunlardan 4-5 tanesi bugüne gelmiş. Büyük bir özgürlük var, aşk şevk içerisinde fikirler ortaya atılıyor. Kelamda ise 16 ekol var. Yani farklı yorumlar. İslam dünyası, 11. yüzyılın sonuna kadar altın çağını yaşadı ve kendi klasiklerini oluşturdu. Bu dönemde İslam içinden ve dışından iki büyük tehlike ile karşılaştı. İçinden zuhur eden tehlike Mısır'da Şii Fatimi Devleti'dir. Bunlar der ki 'Kur'an'ın zahiri emirleri, şeriatın zahiri emirleri bizi ilgilendirmez. Onun batıni manası vardır. Onu da Ehl-i Beyt mensupları ve o ekolden gelenler bilir.' Bu aşırıcı görüşlerle İslam'ın altını oydular. Sonra bunlar Ezher Medresesini kurdular ve orada propagandist yetiştirerek, onları İslam coğrafyasının her tarafına gönderdiler. Fas'tan Semerkand'a, Maveraünnehir'e, Buhara'dan Hindistan'a kadar. Bugün hala Hindistan'da, Tacikistan'da batıni İsmaililer var. Bu İslamın altını oyan bir şey.

Hasan Sabbah'ı biliyorsunuz, bugünkü FETÖ gibi bir örgüt kurmuşlar, inandırmışlar, fedailer var, valileri, ulemayı öldürüyorlar, herkes korkuyor. Abbasi halifesi tutuşmuş, Gazali'yi çağırıyor, ne yapacağız biz bunlarla diye akıl danışıyor. Gazali bakıyor ki bu fikirler felsefeden kaynaklanıyor. İki yıl felsefe okuyor, 1 yıl da okuduklarının üzerine düşünüyor, 20 mesele tespit ediyor ve Tehafütü'l Felasife'yi yazıyor. Meselesi, Batınilerin dayandığı düşünceyi temelden sarsmak. Ondan sonra tutuyor, Batınilik hakkında 5 kitap yazıyor. Batıniliği fikren bitiriyor. Ondan sonra Batınilik bir daha belini doğrultamıyor. Bunu gören Nizamülmülk diyor ki, 'Batınilerle başa çıkmak için biz de ehlisünnet olarak dağınık eğitimi resmileştirelim.' Burada ehlisünnet ve Şafii fıkhı da resmi görüş olsun. Bunun için bir tane medrese kuruyorlar. İşte o andan itibaren ilim duraklıyor ve özgürlük devletin tekeline geçiyor.

Dış tehlike olarak ise 11. yüzyılın sonlarında Haçlı Seferleri başladı. Bu 150 yıl devam etti. Genç nesil gitti. Bizi durduran bu iki tehlikedir, biri Batınilik, diğeri Haçlı Seferleri. Nizamiye Medresesi, ehlisünneti tek görüş olarak kabul edince biat gözlüğü taktı. Halbuki ilim özgürlük ister. Her fikir tartışılacak, bunların içerisinden sahih olanlara yönelinecek. Esasen bu medrese sistemi geçici olacaktı ama kalıcı oldu. Osmanlı da tam 13. yüzyılın sonunda sahneye çıktı, baktı ki önünde zengin bir miras var, bütün ilimler oluşturulmuş, 'Bu bana yeter de artar' diye düşündü ve bunu kullandı. Cepten yedi yani."

SORU: "Osmanlı'nın çöküşü ve İslam dünyasının merkezini kaybedişiyle birlikte coğrafyamızın farklı bölgelerinde emperyalizme karşı direniş, bağımsızlık mücadeleleri, işgale karşı hareketler gelişti. Bugün ise birçok yerde başı sonu hesap edilmemiş sözde cihat fetvalarıyla Müslümanları kaosa, teröre ve şiddet sarmalına sürükleyen DEAŞ benzeri terör akımları ve bölücü gruplar var. Siz bu tahrip edici yapıları nasıl değerlendiriyorsunuz?"

MAHMUT KAYA: "İslam coğrafyası yaklaşık 200 yıldır yerlerde sürünüyor. Bugün irili ufaklı 57 İslam ülkesi var. Bu ülkelerden devlet vasfına sahip olan bir başta Türkiye, sonra İran, sonra Mısır gelir. Diğerlerini saymaya lüzum yok. Her şeye rağmen Türkiye, resmi ve sivil kurumlarıyla zengin bir tarihi mirası devraldığı için bir medeniyetin yetiştirdiği, disiplin edilmiş bir nesil olarak kolay toparlandı. 1951'de İmam Hatip Okullarının açılmasıyla kısa dönemde önemli mesafe aldık. Bu nesil Türkiye'nin yüz akıdır. 46 ciltlik bir İslam Ansiklopedisi çıkarıldı. Bugünün İslam dünyasında örneği yok. Bir de halka yönelik temel İslam Ansiklopedisi çıkardılar 8 ciltlik. 30 küsur yılda biz bunu bir avuç insan olarak burada ihya ettik. Bu nesil çok mübarek bir nesildir. İstikamet doğrudur."

SORU: "İslam dünyasında özellikle Osmanlı'nın çöküş döneminde ortaya çıkan tek doğrucu ve tekfirci zararlı akımlar diğer İslam ülkelerinde hızla yayılmışken Türkiye'de kitleselleşemedi. Diğer Müslüman ülkelerin çoğunda yaygınlaşan bu akımların Türkiye'de o çapta yaygınlaşamamasını neye bağlıyorsunuz?"

MAHMUT KAYA: "Bunun birçok siyasi, sosyolojik, psikolojik nedenleri vardır, bir nedene bağlayamazsınız. 1960 ihtilalinden sonra, 1965'den sonra imam hatip nesli ürünleri vermeye başladı. İslam Enstitüleri de kuruldu, genç bir nesil var. Arayışlar içerisinde. Bizim eski ulemadan eli kalem tutan çok azdı, bir Ömer Nasuhi Bilmen, bir Ahmet Hamdi Akseki, bir de Elmalılı Hamdi Efendi vardı. Birkaç kişi yani, yoktu öyle yazan çizen.

Türkiye'nin dışında bütün İslam ülkeleri sömürge olmuştur. Mesela Mısır'da İhvan, 1926-27'de kurulmuş, Hasan el-Benna'nın öncülüğünde, mücadele vermiş. Bir sürü karışıklık olmuş tabii ama bakıldığı zaman İhvan-ı Müslim'in, Mısır'ın önde gelen kalburüstü aydınları, ilim adamları, din adımlarından, temiz insanlarından oluşuyor. Ondan sonra hapishanelerde bunların yazmış oldukları eserler tepkisel eserlerdir. O zaman bunları Türkiye'ye getirip tercüme eden arkadaşlara hep söyledim, 'Arkadaşlar bunlar normal bir ilim adamının, fikir adamının kaleminden çıkan eserler değil, hapishanede yazılmış tepkisel eserler, bunlar bizim derdimize deva olmaz. Her şeye rağmen bizim ülkemizde demokrasi var, bir hak, hukuk kavramı var. Onlar kadar üzerimizde baskı yok.' dedim."

SORU: "15 Temmuz darbe girişimiyle ülkemize ve milletimize yönelik hain niyetleri tamamıyla ortaya çıkan FETÖ’ye bakışınız nedir? Bu örgütün toplumumuza ve inanç dünyamıza verdiği zararlar nelerdir?"

MAHMUT KAYA: "Türk halkı belli dönem baskılar neticesinde dine susamış bir halk haline gelmiştir. Bu dönemden sonra din adına kim çıkıp bir şeyler söylese, herhangi bir toplulukta ayet, hadis, birkaç menkıbe anlatsa, ağzı da laf yapıyorsa hemen etrafına adam toplayabiliyordu. Eğer biraz istismara kalkarsanız kısa süre sonra zengin de olursunuz. Eğer kötü niyetliyseniz onu başka yollara çekebiliyorsunuz. FETÖ olayıyla olan budur Türkiye'de. Dün de öyle bugün de öyle."

SORU: "FETÖ'nün ülkemizi ve milletimizi hedef alan darbe girişiminden ne tür dersler çıkarılmalı ve böyle durumların yaşanmaması için sizce neler yapılmalı?"

MAHMUT KAYA: "Bu rol evvela devlete düşüyor. Kim ne okuyorsa, ne okutuyorsa, ister siyasete girsin, ister dernek kursun, kontrolsüz güç, devlet için de tehlikelidir, din için de tehlikelidir. Bundan en çok din ve dindar zarar görür. Kontrol olsun, kimin ne yaptığını bilelim biz."

- "Farklılığı görmeden düşüncede yeni bir kıvılcım çakmaz"

SORU: "Gençlere neler tavsiye edersiniz?"

MAHMUT KAYA: "Şöyle tarihe dönüp baktığımız zaman, 14. yüzyılda Batı'da iki ekol var, bir İbni Sinacı ekol Paris merkezli, iki İbni Rüşdcü ekol Londra, Oxford merkezli. Aydın, ilim adamı ya İbni Sinacıdır ya da İbni Rüşdcüdür. Adamlar Rönesans'ı yaptılar, Reform'u yaptılar. 17. yüzyıla gelince bilimde, metodolojide bir devrim yaptılar. Bizim bilimdeki o devrimden haberimiz olmadı. 17. yüzyıl bizde kaybedilmiş bir yüzyıldır. 18. yüzyılda Sanayi Devrimi'ni gerçekleştirdiler, Aydınlanma dönemiyle beraber. Dolayısıyla biz Tanzimat ile beraber bir kırılma yaşadık, bizim Müslüman kesim pek hoşlanmaz ama yanlış. Eğer o kırılma olmasaydı, o Batı ile temas, o medresenin karşısında Batı tarzında eğitim sistemi gelmeseydi, İdadiye, Rüştiye, İptidaiye, Darülfünun gelmeseydi gene biz uykudaydık. Medrese de o zaman uyandı, 'Eyvah' dedi. Çok güzel insanlar yetişti Osmanlı'nın son döneminde. Gördüler çünkü rakibi, ondan önce görmüyordu ki. Akademik seyahat var, Mısır'a, Suriye'ye gidiliyordu, Maveraünnehir'e, Türkistan'a gidiliyordu, oradan buraya gelenler vardı, Bağdat merkezdi, gidiliyordu. Ama buralarda hep aynı metinler okunuyordu, aynı zihniyetti. Farklılık yoktu. Farklılığı görmeden düşüncede yeni bir kıvılcım çakmaz.

Türkçemizin gelişmesi de öyle olmuştur. O zamana kadar medreselerde Türkçe dersi yoktu. Tarih, coğrafya, matematik, astronomi dersi yoktu, konuldu. Medreselerde bilenlerden, usta çırak şeklinde, yoksa ders olarak okutulmuyordu. Seçmeli ders gibiydi. Bunlar bizim gözümüzü, ufkumuzu açtı. Cumhuriyet dönemindeki, 1923'deki devrimle beraber de çok büyük bir kırılma yaşandı. Evet birtakım örselenmeler, zedelenmeler, kayıplarımız oldu ama çok şey kazandırdı. Eğer bugün Türkiye, İslam dünyasında bir yıldızsa bu sebepledir. Bu çok önemlidir. Eğer biz itidalimizi kaybetmezsek ki etmeyiz inşallah, bu sağduyuyu kaybetmezsek, ifrat ve tefrit denilen her konuda aşırı uçlara kaymazsak, bunu şovenist duygularla söylemiyorum, ben milletimizin cevherinin sağlam olduğunu bildiğim için söylüyorum, biz gene hakikaten dünyada, yakın gelecekte kendimize yer edineceğiz.

Neden bugün dünyada Türkiye'ye karşı bir düşmanlık var? Çünkü artık Türkiye tüketim toplumu değil, Batı pazarı değil. Pazar olmaktan çıkıyor, bütün dünyada onların şirketleriyle rekabet ediyor. İnsanımızın artık gözü açıldı, dünyayı tanıyor. Para kazanmanın yolunu yöntemini öğrendi. Karnı doydu, cebi para gördü. Adam yerine konuldu. Artık bu küheylanı kimse kolay kolay durduramaz."




Haberle ilgili yorum yapmak için tıklayın.
x

WhatsApp İhbar Hattı

+90 (553) 313 94 23