• İSTANBUL
  • İMSAK
    00:00
    GÜNEŞ
    00:00
    ÖĞLE
    00:00
    İKİNDİ
    00:00
    AKŞAM
    00:00
    YATSI
    00:00
  • 0.0
  • 0.0
  • 0.0

Akit’in merhum yazarı derin izler bıraktı! "Bana tarihi sevdiren kalem yazar Yavuz Bahadıroğlu"

Yeniakit Publisher
Recep Yeşil Giriş Tarihi:
Akit’in merhum yazarı derin izler bıraktı! "Bana tarihi sevdiren kalem yazar Yavuz Bahadıroğlu"

2021 yılında Hakk'a yürüyen Akit’in merhum yazarı Yavuz Bahadıroğlu ardında derin izler bıraktı. İsmail Fatih Ceylan kaleme aldığı yazısında Bahadıroğlu için "Bana tarihi sevdiren kalem yazar" ifadelerini kullandı.

İsmail Fatih Ceylan, Medyascope'ta kaleme aldığı yazısında Akit’in merhum yazarı Yavuz Bahadıroğlu için çeken ifadeler kullandı.

21 Ocak 2021'de vefat eden Bahadıroğlu için "Tarihi sevdiren adam" ifadesini kullanan İsmail Fatih Ceylan'ın yazısı şöyle:

Ortaokul başlarında bir kitapçı dükkânına çırak girdiğimde çok sevinmiştim. Çünkü kitap okumayı çok seviyordum. Reşat Nuri Güntekin, Kemalettin Tuğcu, Aziz Nesin, Yaşar Kemal, Fakir Baykurt gibi yazarları okuyordum, özellikle Reşat Nuri Güntekin’in neredeyse bütün kitaplarını satın almıştım para buldukça. Şimdi komşumuz Ahmet Bali’nin küçücük “Nur Kitabevi”nde hem kitap okuyacaktım, hem de haftalık harçlık alacaktım.

Gerçi yukarıda bahsettiğim yazarların kitapları çalıştığım kitapevinde yoktu ama yine de okuyabileceğim pek çok kitap vardı. Nur Kitabevi, iki-üç kişinin sığacağı kadar dar bir yerdi, fakat müşterisi bol hareketli dükkândı, ayrıca âdeta bir dergâh gibiydi. Kitapçı dükkânından çok, hoş sohbet insanların gelip gittiği bir mekândı. Gelenlerin çoğu Hekimoğlu İsmail’in Minyeli Abdullah, Şule Yüksel Şenler’in Huzur Sokağı, Yavuz Bahadıroğlu’nun Sunguroğlu romanlarını, Said Nursi’nin kırmızı kaplı kitaplarını, ciltli ciltli başka dini kitapları alıyorlardı. Ayrıca Gizli İlimler gibi ilginç kitapların alıcısı da çoktu.

Sohbet için gelenler en çok Said Nursi’nin kitaplarından bahseder, bazen Tabiat Risalesi, Uhuvvet Risalesi, Birinci Söz, İhlas Risalesi gibi küçük kitaplarından bölümler okurlardı. Arada Kütahya’dan gelen Şerafettin Kartal isimli biri, çok güzel muhabbet ediyordu. Güler yüzü, tatlı dili insanı dinlettiriyordu. Bir de halıcı dükkânı olan Hamza Demir diye bir abi vardı, Risalelerden bahseden, sohbet eden.

O ortama alışmaya çalıştığım ilk günlerde kapaklarının güzelliğiyle ilgimi çeken Niyazi Birinci’nin çocuk kitaplarını okudum. Büyüklerinde okuyabileceği güzel hikâyelerdi her biri. Varvara, Yaramaz Piti, Şişko Tekin, Arslan Yürekli Memiş, Altın Yataklar, Papağan Nuri gibi Niyazi Birinci imzalı kitaplar, elimden düşmeyen kitaplar olmuştu.


 

Bir zaman sonra bir başka yazar Yavuz Bahadıroğlu’nun Buhara Yanıyor adlı romanını keşfedip okumaya başladım. Zaten bu yazarın kitaplarının iyi bir alıcısı vardı. Elime aldığım andan itibaren de soluk soluğa okuyup bir çırpıda bitirdim kitabı. Çok akıcı bir üslubu vardı, sonuna kadar kitabı okutuyordu. Fakat üsluptan daha önemli olan işlediği konu ve konuyu ele alış biçimiydi.

Bir kere, tarihi romana benzemeyen bir tarihi romandı. Her yönüyle etkileniyordunuz; duygularınız ayağa kalkıyordu. Seviniyordunuz, üzülüyordunuz, ağlamak istiyordunuz. Ama dramatik roman sınıfına da girmiyordu. Bambaşka, kendine göre bir yol izlemişti yazar. Âdeta insanı her yönünden kuşatıyor, yüreğinden sarsıyordu.

Yeni bilgiler ediniyordunuz romandan. Yıllardır Türk hakanı diye bildiğimiz Cengiz Han, meğer ne kadar zalim ve putperest bir Moğol’du. Devrin en güçlü İslâm devletlerinden Harzemşahların yıkılış sebeplerini iliklerinizde hissediyordunuz. Yıkılan devleti toparlamaya çalışan Celaleddin Harşemşah ile romanın kahramanı komutan Temür Melik’in birlikte yaptığı mücadelenin ta içinde buluyordunuz kendinizi. Buhara ve Semerkant gibi devrin en mamur ve ilim beşiği şehirlerinin Moğallar tarafından yerler bir edilişine içtenlikle kahroluyordunuz. Camilerin yıkılması, kitapların yakılması, âlimlerin kellelerinin koparılması ve halkın katledilmesi, diri diri toprağa gömülmesi sanki gözlerimizin önünde oluyormuş gibi isyan ettiriyordu.


 

Cengiz Han’ı ve Harzemşahlar’ı bir romandan öğrenmek

Yapılan zulme beddualar okuyordunuz. Alaüddin Muhammed Harzemşah’a kızıyordunuz. Annesi Türkan Hatun’dan ve hep ihanet eden Kıpçaklardan tiksiniyordunuz. Deli Derviş’in anlattıklarına ağzınız açık kalıyordu. Kendinizi Temür Melik’in yerine hemen koyuyor ve Celaleddin Harzemşah’ın başarılı olması için dualar ediyordunuz.

Harzemşahlar Devletinin, basiretsiz idareciler yüzünden Moğollara yenilmesi ve 1200’lü yıllarda tarihten silinmesiydi romanda anlatılan; fakat öyle bir anlatım ki, kendinizi tamamen oralarda hissediyordunuz.

En çok ilgimi çeken, Cengiz Han’ın yanında bazı Müslümanlar barındırması ve bu Müslümanlar vasıtasıyla diğer Müslüman devletleri ele geçirmesiydi. Cengiz Han’ın gücünden korkanlar, Cengiz Han’ın yanındaki Müslümanlara güveniyorlardı, ama feci akıbetten kurtulamıyorlardı. Diğer dikkati çeken husus da, Cengiz Han “ batıl inançlarına rağmen”, askerle aynı yemeği yeyip at koşturup, çadırda yatarken; İslam devletlerinin başında bulunan sultanlar, halktan kopuk yaşıyorlardı. Bu gibi yönleriyle roman, “nasıl olunması gerektiğini” gösteriyordu, dolayısıyla da “nasıl olunmaması gerektiğini.”

O günleri bizzat yaşıyormuşsunuz veya bugün o günler tekrar yaşanıyormuş gibi duyguya kapılıyordunuz. Günümüzün Cengiz Han’larını, günümüzdeki “Cengiz Han’ın Müslümanları”nı görüyor ve bir hasretle günümüzün Temür Melik’lerini arıyordunuz.

Bir tarihi romanın böylesine etkileyici olmasına hayret etmiştim. Bildiğimiz tarihi romanlara hiç benzemiyordu. Müthiş kahramanların yüzlerce kişiyi öldürmesi, fetihler yapması, her macerada Kral kızı, Hancı kızı fark etmeksizin epey kadın kurtarması, ya da hayran kadınların onlara âşık olması gibi yazılan tarihi romanlarla hiç ilgisi yoktu. Üslubu inanılmaz akıcıydı, soluk soluğa, heyecanla çeviriyordunuz sayfaları.

Buhara Yanıyor ve devamı Elveda Buhara’yı defalarca okuduktan sonra, bu kitapların yazarı Yavuz Bahadıroğlu’nun ne kadarı kitabı varsa defalarca okudum. En çok okunan ilk romanı Sunguroğlu kitabıydı. Orhan Gazi’nin akıncısı Sunguroğlu, bir Osmanlı akıncısında olması gerektiği gibi çeşme başında veya bir pınar başında abdest alıyor, bir ağacın altında namazını kılıyor, kadın kız işlerine dalmıyordu. İşte bu farklılık yüzünden, bütün dindar kesim gerçek kahraman gördükleri Sunguroğlu kitaplarını alıyor, hem kendisi okuyor, hem de çocuklarına okutuyordu. Tarihi romanların pek de revaç görmediği yıllarda, Yavuz Bahadıroğlu’nun tarihi romanları büyük ilgi görüyor, peynir ekmek gibi satılıyordu. Sunguroğlu’nun ikincisi olan Bizans Sarayları’nda romanındaki anlatıma hayran kalmış, ilk başlardaki köy ve doğa tasvirlerini çok beğenmiştim.


 

Niyazi Birinci ile Yavuz Bahadıroğlu aynı kişiymiş

Bir gün Niyazi Birinci ile Yavuz Bahadıroğlu’nun aynı kişiler olduğunu öğrendim, şok oldum. Yavuz Bahadıroğlu, Niyazı Birinci’nin müstearıymış meğer. Oysa gerçek isim gibi güçlüydü bu müstear isim. Her iki ismin de pek çok kitabı vardı, nasıl bu kadar üretebiliyor diye hayret etmiştim.

Bir gün, İstanbul’da yaşayan arada gelip giden Ahmed Yaşar Gürsoy Abi, “Benimle İstanbul’a gelmek ister misin?” deyince, hem ilk kez İstanbul’a gideceğim için sevindiğimden, hem de uğrayacağımız Yeni Asya gazetesinde Veysel Akpınar, Şeref Baysal gibi birkaç isimle köşe yazarlığı yapan Yavuz Bahadıroğlu’nu görme ihtimali olduğundan kabul ettim.

İstanbul’a gelip Kadıköy’de bir evde misafir olduk. O gün sohbet yapılırken, Sezen Aksu’dan bahsettiler. Bir pencereden bir evi göstererek, “Sezen Aksu bu evde yaşıyordu, arada balkona çıkar bağıra bağıra şarkı söylerdi. Ona deli kız diyenler vardı ama o kız şimdi meşhur oldu” diyorlardı.

Ertesi sabah vapurla karşıya geçerken ilk kez gördüğüm İstanbul’a şaşkınla bakıyor; denize, martılara, büyük binalara, Sultan Ahmet ve Ayasofya camilerinin heybetli duruşlarına hayranlık duyuyordum.

Cağaloğlu’ndaki Yeni Asya Gazetesi’ne geldiğimizde bende heyecan had safhadaydı. Yaşar Ağabey, bir işi olduğu için beni gazetedeki arkadaşlara emanet edip gitmişti.

Gazetede çok yoğun bir çalışma temposu vardı. Herkese merakla bakıyordum. Emanet edildiğim kişi ne iş yapıyordu bilmiyorum (aklımda kaldığı kadarıyla gazeteden yazılar kesip dosya kâğıtlarına yapıştırıyordu), maalesef ismini hatırlamıyorum. Efendi, güler yüzlü birisiydi. Bir odanın karşısına düşen boşlukta masada görev yapıyordu. Ben onun yaptıklarına bakarken, birisi geldi, selâm verip karşıdaki odaya yöneldi. Benimle ilgilenen adam, “Hoş geldin Niyazı Abi,” diyerek selâmını aldı.

Yavuz Bahadıroğlu’nun gerçek adının Niyazi Birinci olduğunu hatırladım.

“Yoksa bu adam Niyazi Birinci mi?..” dedim. “Yani Yavuz Bahadıroğlu mu?”

“ Evet o,” dedi bana gülümseyerek. “Hayranı çoktur Niyazi abinin.”

Buhara Yanıyor gibi bir eserinin ve diğerlerini defalarca okuyuşumdan sonra, Yavuz Bahadıroğlu’nu görmek hayli heyecanlandırmıştı beni.


 

“Sunguroğlu, Buhara Yanıyor romanını yazan bu adam mı?..” gibisinden, açık kalan kapısından masasına baktım kaldım. Ama kendisinden çok masasının üstündeki daktilosuna ve odasına bakıyordum. O daktiloda ne eserler yazılmıştı!

Sunguroğlu, Temür Melik, Turgut Alp gibi kahramanlar bu daktilonun tuşlarında romanlaşmıştı. Pek çok çocuk hikâyeleri, yazılar o daktilonun eseriydi.

Ve Yavuz Bahadıroğlu o odada yaşıyordu. Tabii ki, romanları da, kahramanları da o odada yaşıyordu. Temür Melik bu odadaydı, Sunguroğlu, Çaka Bey, Turgut Alp, Malazgirt’te Bir Cuma Sabahı’ndaki Abdurrahman ve oğlu Tekin, Sahipsiz Saltanat’daki Şehzade Mustafa, hepsi bu odadaydı. Şimdi canlanacaklar, Yavuz Bahadıroğlu’nun yanında oturacaklardı.

Böyle hisler duyuyordum; o aralıklı kapıdan, odaya, daktiloya, Yavuz Bahadıroğlu’na bakarken.

Ama nedense yanına gitmek istemedim. Bir süre odada oturuşunu izledim o kadar. Bu da uzun sürmedi. Birileri odasına girdi ve o kapı kapandı. Yanına giren insanlar ne kadar şanslılardı, Yavuz Bahadıroğlu gibi birisiyle konuşuyorlardı.

O gün öğle vaktine kadar orada âdeta kıpırdamadan oturdum. Yavuz Bahadıroğlu’nun odasına, kapı açılıp kapandıkça kapı aralığından Yavuz Bahadıroğlu’na baktım durdum. Kapı kapalı olduğunda ve yanında kimseler olmadığında odasından gelen daktilo seslerini duyunca mutlu oluyordum. Yavuz Bahadıroğlu, bizim için kim bilir hangi romanını yazıyordu.

1977 yaz aylarındaki bu hatıramı böylesine canlı hatırlıyorum.

O ilk İstanbul gezim, bana büyük heyecan ve şevk vermişti. Yazma hevesimi de kamçılamıştı. O yıllarda nedense hikâye ve roman değil de, bazı araştırma çalışmaları yapmaya çalıyordum.

Lise çağında bir genç olarak, Afyon ve civarında Said Nursi ile ilgili hatıraları olanları araştırdım bir süre. Çocuk yaşta denecek çağdaydım ve Afyon’da, Gazlıgöl’de, Şuhut’ta ve bazı köylerde, birilerinden isimler duyarak hatıralar toparlıyordum.

Bu tür anıları derlerken, bir gezgin gibi ilçelere, köylere gidiyordum. Epey doküman topladıktan sonra, bu hatıraları okuttuklarım, “Necmeddin Şahiner ile bir görüş, hayli bir ilginç bunlar” diyorlardı. Zaten öyle yapacaktım. Necmeddin Şahiner ile görüşmek üzere İstanbul’a, Yeni Asya gazetesine geldim. Elimde hatıraların kalemle yazıldığı dosyalarımla gazeteye gelirken, “Benim ulaştıklarıma Necmeddin Şahiner nasıl ulaşamadı acaba?” diye düşünüp şaşırıyordum bir yandan. Bu iş için neredeyse Türkiye’yi nerdeyse karış karış dolaşmış biriydi. Belki de ben görememiştim kitaplarında vardı da.

Şimdi onu görecek, nasıl değerlendirdiğini soracak ve ondan “devam et” sözünü alacaktım. Ama Necmeddin Şahiner yoktu gazetede. O olmayınca, “Yavuz Bahadıroğlu’na göstereyim” dedim ve odasına girdim. Eserleriyle kendisini kendime o kadar yakın hissediyordum ki, gözümde o kadar büyük olduğu halde, hiç çekinmedim bile. Olanları anlattım, yazdıklarıma bakmasını söyledim. İlgilendi, yazdıklarıma göz gezdirdi, sonra “Sen hikâye ve roman yaz” dedi.


 

Bu kadar kısaydı görüşmemiz ama Yavuz Bahadıroğlu gibi bir yazarın, “Sen hikâye ve roman yaz” demesi çok önemliydi benim için. Araştırmayı bir yana bırakıp, önceden de çalışmalar yaptığım hikâye ve romana daha da ciddiyetle yöneldim. O görüşmeden sonra on hikâye yazmıştım büyük bir istekle. Maksadım onları Yavuz Bahadıroğlu’na götürüp “Siz yaz demiştiniz ve ben de yazdım” diyerek göstermekti.

Fakat on hikâyeyi yazdıktan sonra Yavuz Bahadıroğlu’na götüremedim.

Çünkü elimde bir takım çalışmalar, hikâyeler gören dostlar, yazdıklarımı Milli Gazete’ye göndermemi istiyorlardı. Onlar vasıtasıyla o hikâyeler Milli Gazete’ye ulaştırıldı ve gazetenin o zamanki Genel Müdürü Mustafa Karahasanoğlu tarafından satın alınıp, yayınlandı. Ve ben o zamanlardan beri Milli Gazete’ye yazmayı sürdürdüm.


 

Yaşayan bir yazarın hayatını yazmak

Yavuz Bahadıroğlu ile yollarımız buluşmamıştı ama kendisini uzaktan izliyor, eserlerini yakından takip ediyordum. Ona böylesine değer vermiş olmama rağmen, onu ziyaret etmem için aradan yıllar geçmiş olması gerekiyordu.

Zaman geçti, yıllar birbirini kovaladı.

İstanbul’a taşınıp çalışmaya başladığım Yörünge dergisinde, yazılar yazıyor, görüşler alıyor, kapak dosyası hazırlıyor ve röportajlar yapıyordum. Yavuz Bahadıroğlu ile de bir konuşma yaptım; hem dergide, hem de Milli Gazete’de yayınladım.

Bu konuşmamızda “Sağda kahrolası bir aşağılık duygusu var” diyerek hayıflanıyordu. “Müslümanlar yalnız başına gezmeyi seviyorlar” diyordu Yavuz Bahadıroğlu.

Aklımda Reşat Nuri Güntekin, Yavuz Bahadıroğlu, Hekimoğlu İsmail, Şule Yüksel Şenler gibi isimler hakkında kitap yazmak vardı. Yavuz Bahadıroğlu’nu yazmak hem kolay, hem zordu benim için. Kolay olması eserlerini çok iyi bilmem, zor olması da kendisini yeterince tanımamamdı. Bana göre eserleri itibariyle malzeme çoktu.

Ancak bir yazar sağken, hakkında kitap yazmak doğru değil gibi yaygın bir anlayış vardı. Bir yazar hakkında çalışmalar genelde o yazar öldükten sonra yapılırdı. Bu bir adet, bir gelenek, bir teamül haline gelmişti.


 

Zaten her şey öldükten sonraya bırakılıyordu. Sevgimizi, saygımızı, takdirimizi, övgümüzü hep muhatap öldükten sonra dile getiriyorduk. Hayatı boyunca ilgi, alâka, sevgi görememiş nice değerli insanlar, öldükten sonra sevgi seliyle uğurlanıyordu. İyi ama bu ölen insana haksızlık değil miydi? Sağlığında bu sevgiyi, ilgiyi görmüş olsaydı daha iyi olmaz mıydı?

“Öldükten sonra” mantığı bende nedense hep “bu bir haksızlık!” duygusunu uyandırmıştı ve bu mantığı bütün kabul edilirliğine rağmen hiçbir zaman benimseyememiştim.

Duygularımızı belli etmek, sevgimizi göstermek, saygımızı hissettirmek, teşvik ettirmek.. Bunlardan daha güzel ne olabilirdi ki?..

1998’in yaz aylarında, Yavuz Bahadıroğlu’nun hayatını ve eserlerini konu eden Romancının Romanı’nı yazmaya başladım. Kendisinin haberi yoktu, kitabı hazırlarken onunla da hiç irtibata geçmedim. Eserleri en büyük odağımdı, ama o kadar kitabı vardı ki sadece roman özetleri 500 sayfayı geçmişti. Hakkındaki bilgileri de çevresinden, dostlarından, akrabalarından ediniyordum.

Ortaya çıkan eser, sekiz yüz sayfayı aşan bir kitap oldu. Ama bu denli geniş kapsamlı eserin okunma zorluğu olabileceği için, çalışmanın kimi bölümlerinden ve roman özetlerinden fedakârlık yapmak zorunda kaldım. Her romanın özetini çıkarmak bu çalışmada uzun bir zaman almıştı. Yalnızca bir tarihi roman ile bir güncel romanın özetini vermekle yetindim.


 

Yavuz Bahadıroğlu’nun asıl adı Recai idi

Yavuz Bahadıroğlu’nun asıl adı Niyazi Birinci de değil, Recaiy’di aslında. Ancak Recai çok hasta olunca, akrabalarından birinin gördüğü rüya üzerine, belki hastalığı geçer diye adını Niyazi yapmışlardı. Niyazi Birinci çocuk yaşta gazete kitap okumaya meraklıydı. Bir gün yolda Victor Hugo’nun Sefiller romanından kopma bir bölüm bulmuş, okuyunca hayran kalmıştı. Romanı çok merak ettiği için, kitapçıya gittiğinde romanı almak istemiş fakat o romanın kalmadığını duyunca üzülmüştü. Fakat kitapçı, “Bu roman da çok güzeldir” diye Alexandre Dumas’ın Monte Kristo Kontu kitabını önerince sevinmişti. Asıl etkileyen de Monte Kristo Kontu romanı olacaktı zaten.

Niyazi Birinci, Nurcuların önde gelen ağabeylerinden Mehmet Emin Birinci’nin yeğeniydi. Yeni Asya gazetesine sık yazılar gönderiyor, yazıları ilgi görüyordu.

O dönem bütün nurcuların yayın organı olan Yeni Asya’nın ilk yayın yönetmeni Mustafa Polat bir trafik kazasıyla genç yaşta vefat edince, gazeteye takviye düşünüldü. Zübeyir Gündüzalp’in ölümünden sonra cemaati yöneten Üç Mehmet’lerden biri olan Mehmet Emin Birinci, “Bizim yeğen Niyazi kabiliyetlidir, memleketten getirelim burada yetişsin” dediğinde, diğer iki Mehmet, Mehmet Fırıncı ve Mehmet Kutlular kabul etti ve Niyazi Birinci Rize’den İstanbul’a getirildi.

Yaptığı röportajlar çok ilgi görüyordu. Kızı Aynur için çocuk kitapları aradı ama kızına okutacağı kitap bulamadı. Bunun üzerine Yaramaz Piti’yi yazdı, ciltlettirdi. Bir dostu cebindeki cildi görünce bu kitabın yayınlanması gerektiğini söyledi ve yayınlanan ilk çocuk kitabı oldu. Arka arkaya yazdığı diğer çocuk hikâyeleri beğenilince, kendisine tarihi romanlar yazması söylendi.

İhtişamlı Osmanlı imparatorluğu romanlarla anlatılmalı, “imanlı Akıncılar” gençlere örnek olmalıydı. Ancak Niyazi Birinci adıyla olmazdı, tarihi romanlara uygun bir isim bulunmalıydı. Yavuz Sultan Selim hayranı Bekir Berk’in önerisiyle Niyazi Birinci’ye Yavuz Bahadıroğlu adı uygun görüldü.

Yavuz Bahadıroğlu bu vazifeyi üstlendikten sonra Sunguroğlu’nu yazmaya başladı. Romanı yazılıp bitirince gazetedekiler çok beğendi. Roman gazetede yayınlanınca ilgi gördü, kitap olarak basıldığında romanı dört gözle bekleyen cemaat kitabı sahiplendi.


 

Üç nesli etkileyen yazar

Bizans saraylarında cirit atan, düşmanların hakkından gelen Orhan Gazi’nin akıncısı Sunguroğlu muhafazakâr kesimin dini bütün akıncısı olarak sevilmişti. Yavuz Bahadıroğlu Sunguroğlu’ndan sonra yazdığı Buhara Yanıyor ve Elveda Buhara romanlarıyla hayran kitlesini artırdı. Bu romanda, Cengiz Han’ın vahşeti kanları donduruyor, Müslümanların onun karşısında birlik olamaması, Harzem Şahı’nın saraylarda rehavete kapılması, gösterişi sevmesi, İslâmî hassasiyetlerden uzaklaşması okuyanları üzüyordu. Oysa zalim Cengiz Han çadırda yaşıyor, askeriyle yiyip içiyor, at üstünde yaşıyordu. Romanları okurken Müslümanların gafletlerine hayıflanmaktan kendilerini alamıyordu.

Yavuz Bahadıroğlu, Niyazi Birinci adını geçmişti, ailesi bile artık ona Yavuz Bahadıroğlu diyordu.

Üç kitabından sonra Yavuz Bahadıroğlu seri üretime geçmiş, 70’li yıllardan 80’li yıllara kadar neredeyse her yıl dört beş roman yazmıştı. Üstelik bu zaman aralığında aynı anda birkaç isimle köşe yazarlığı yapıyordu. Bir yandan gazetede romanları tefrika ediliyor, bir yandan Veysel Akpınar, Şeref Baysal isimleriyle köşe yazısı yazıyordu. Bunun dışında Niyazi Birinci adıyla çocuk hikâyeleri yazmaya devam ediyor, Can Kardeş çocuk dergisini çıkarıyordu.

Fakat tarihi romancılığı her işin üstündeydi.

Yavuz Bahadıroğlu, tarihi roman yazma nedenini açıklarken, “Hazinenin kapağını kaldırmak istedim” der. Bize ait hazineler varken, biz hazinelerimizi görmüyor, kalp paralar peşinde koşturuyorduk. Oysa bizim hazinelerimiz vardı ve bizi hazinelerimizi görmeli, göstermeliydik. Yavuz Bahadıroğlu bunu yapmaya çalıştığını belirtir: “Bir hazinenin ortasındayız, ama kapağı kimse kaldırmıyor da nedense kalp para peşinde koşmayı tercih ediyorlar. Kendimce hazinenin kapağını kaldırmayı denedim.”


 

Ben Romancının Romanını bitirip yayınevine verdiğimde Yavuz Bahadıroğlu’na sürpriz olmuştu. Cemaatinden biri değil de, dışarıdan birinin hayatını yazmasına sevinmişti. Kitap yayınlandı ve üç baskı yaptı.

Daha sonraki yıllarda Nesil Yayınları’nın editörü olduğumda, Yavuz Bahadıroğlu’nun da editörü olmuştum. 2001 krizinin adından üstlendiğim bu görevde, aynı kurumda birlikteydik. Her yazarla yaptığım gibi, onunla da Florya Sosyal Tesisleri’nde neler yapılmalı toplantısı yapmış, “Bugüne kadar belki yüz tane kitap yazdın ama hiç yazmamışsın gibi düşün. Yeni bir nesil geliyor, bu nesil cep telefonu, bilgisayar gören, teknolojiyle tanışan bir nesil. Her şey yeniden başlamalı, yeniden bu yeni değerler ve gelişmeler ışığı altında yazmaya devam etmelisin” demiştim.

Yeniden başlamış ve verimliliği daha da artmıştı. Her yere konferansa gidiyor, uzun okuyucu kuyruklarına kitap imzalamaya yetişemiyordu. Ne de olsa üç nesli etkileyen bir yazardı.

Yazarım, ağabeyim, arkadaşım, dostum hep üretti, hep çalıştı ve 22 Ocak 2021 günü vefat etti.

Daha önce vefat eden Şule Yüksel Şenler, Mehmet Fırıncı, Ahmet Kekeç gibi, Yavuz Bahadıroğlu da Eyüp Sultan Camii haziresinde defnedildi ve onlarla mezar komşusu oldu.

{relation id:1968669 slug:'erkan-tan-ile-soz-meydani-bu-aksam-akit-tvde'}

Haberle ilgili yorum yapmak için tıklayın.
x

WhatsApp İhbar Hattı

+90 (553) 313 94 23