Osmanlı’nın 700 yılı... Tarih, öyle derslerle dolu ki
HASAN ABİ’NİN VEFATINA İTHAFEN...
akit/28.01.1999 tarihli yazısı
Dile kolay... 26 Ocak 1299’dan 26 Ocak 1999’a, tam 700 yıl geçmiş aradan... Bu süre içinde çağlar açılıp, çağlar kapanmış.
700 yıl “ayakta” kalmış Osmanlı.
Nasıl bir “temel” üzerine bina edilmiş ki, yüzyıllar boyu yıkılmamış?..
Sanıyorum, bunun sırrı Osman Gazi’nin, oğlu Orhan Gazi’ye yaptığı özetle sunacağım şu “nasihat”te gizli.
“Ey oğul!.. Her işten önce din işlerine dikkat et... Zira farzlara dikkat, din ve devletin güçlenmesine sebeptir... Din işlerini; dikkatli olmayan, itikadı bozuk ve doğru yoldan ayrılmaya yönelen, büyük günahlardan kaçınmayan, helâle-harama dikkat etmeyen sefihlere ve ayrıca tecrübesiz kişilere bırakma, devlet idaresinde bu gibi kişilere iş verme!..
Zira; yaratandan korkmayan, yaratılandan hiç korkmaz!..
Büyük günah işleyen ve bunu devam ettiren kimsede sadakat olmaz..
Zulümden ve bid’atten sakın... Zulme ve bid’ate teşvik edenleri devletinden uzaklaştır... Çünkü, böyleleri seni zevale uğratmış olurlar.
Daima cihad ile devletini genişletmeye çalış... Çünkü; uzun zaman sefer olunmazsa askerin şecaatine, reislerin ve kumandanların bilgi, tedbir ve malûmatına ağırlık ve noksanlık gelir... Böylece; sefer işlerini bilenler ölür gider de yerine tecrübesiz kimseler gelir.
Beytü’l-mâli koru!..
Devletin servetini çoğaltmaya çalış.
Şer’i şerifin ölçüsüne göre; sana ait olana kanaatle, ihtiyaçlarından ve gerekli olanlardan başka lüzumsuz yere telef etme, israftan kaçın!..
Sadâkatle ve Allah rızası için çalışan devlet erkânını koru!... Vefatlarından sonra da, böyle kimselerin çoluk-çocuğuna bak, ihtiyaçlarını karşıla!..
Halkından, hiç kimsenin malına tecavüz etme!..
Benden ibret al ki;
Bu diyarlara zayıf bir bey olarak gelip, haketmediğim halde bunca inâyet-i celîle-i Rabbâniye’ye mazhâr oldum... Sen de benim yolumdan git ve bu Din-i Muhammedî’yi ve ashâbını, sana tâbi olanları koru.
Allah (c.c.)’ın hakkını ve kulların hukukunu gözet... Ve, senden sonrakilere böyle nasihat etmekten geri durma.
Halkını; düşman istilâsından ve zulme uğratılmaktan koru.
Haksız yere, hiçbir ferde lâyık olmadığı muamelede bulunma.
Halkı taltif et, hepsinin rızasını kazan.”
..................
Tabîi, bu “nasihat”ler kadar, onları dinleyen “kulak”lar ve uygulayan “yürek”ler de lâzım.
Orta Asya’dan gelip, Anadolu’nun batı uçlarına yerleşen “400 çadırlık bir aşiret”in, kısa zamanda muntazam bir ordu ve düzenli devlet teşkilâtı ile tarih sayfalarına altın harflerle yazılması, sadece “kılıç gücü” ile olmamıştır elbet.
Kılıcın hemen yanında yer alan “maneviyat”tır, Osmanlı’yı “Cihanşûmül” yapan!..
Bunların da yanında;
Osmanlı’yı “Osmanlı” yapan, kaynağını İslâm’dan alan “ilim”dir, “çalışmak”tır, “kardeşlik”tir, “sevgi”dir, “adalet”tir, “dürüstlük”tür ve elbette “ahlâk”tır.
•
Sözün burasında; Osmanlı sultanlarından birkaç kesit sunmak istiyorum.
İtalyan Langosto’nun “Nefsine hâkim ve uyanıktı... Soğuğa, sıcağa, açlığa, susuzluğa ve yorgunluğa dayanıklı idi” dediği Fatih Sultan Mehmed Han, Trabzon seferine giderken Zigana Dağları’nı yaya geçmek zorunda kalmış ve bu esnada büyük zorluk ve sıkıntılarla karşılaşmıştı. Sefer sırasında yanında bulunan Uzun Hasan’ın annesi, onun çektiği bu eziyeti gördükten sonra, Fatih’i seferden alıkoymak kasdıyla,
“-Ey oğul!.. Bir Trabzon için bunca zahmete değer mi?” dediğinde, yüce Hakan şu cevabı vermiş:
“-He ana, bu zahmet din yolunadır... Zahmeti göze almazsak, bize gazi demek yalan olur!”
•
Sultan İkinci Bâyezîd ise şair, âlim ve hattat olmasının yanısıra “velî” tabiatlı bir padişahtı... Bâyezîd Meydanı’nda kendi külliyesi ile birlikte inşa edilen caminin inşaatı bittiğinde, şöyle seslenmiş yanındakilere:
“-Her kim ömrü boyunca ikindi ve akşam namazlarının sünnetlerini terk etmemişse, ilk Cuma namazında o imam olsun!”
İbadetine böylesine düşkün hiç kimse çıkmadığı için de, namazı kendisi kıldırmış.
Çünkü Bâyezîd Han, barışta ve savaşta hiçbir sünneti kaçırmaması ile tanınıyor.
•
“Biz, Allah tarafından memur olmadıkça hiçbir sefere gitmeyiz” diyen Yavuz Sultan SelimHan da “Cihan hakimiyeti” dâvâsında çok kudretli bir sima olarak bilinir.
Kendisini Rodos Seferi’ne teşvik edenlere şu cevabı vermiş:
“Ben cihangirliğe alışmışken, siz, himmetimi küçük bir adanın fethine hasretmek istiyorsunuz.”
Yavuz Sultan Selim Han ile ilgili bir anektod da şöyle:
25 Temmuz 1518 tarihinde Memlük Devleti’ni ortadan kaldıran seferden İstanbul’a dönmüştü... O, bir “halife”ydi artık... Halk, büyük bir “karşılama hazırlığı” içindeydi.
Bunu öğrenen Yavuz Sultan Selim Han, bir gece vakti ve yanındaki birkaç kişiyle birlikte kayığa binerek, “gizlice” Topkapı Sarayı’na çıktı.
Ertesi günü, Padişah’ın sarayda olduğu öğrenilince, hiçbir karşılama töreni yapılamadı.
“Biz ne yaptık ki bu kadar rağbet edilir?” diyen cihan padişahı, böylece, Osmanlı’nın sahip olduğu “tevazu”yu da gözler önüne sermiş oldu.
•
Şüphesiz ki; Osmanlı’yı bunca yüzyıl ayakta tutan bir önemli unsur da “ahlâk” idi... “Duraklama dönemi”nde bile “ahlâkî yozlaşma” olmadığı, o günlerin Fransa elçisi D. Chesneau’nun anılarında şöyle dile gelir:
“Nizam ve asayiş, inanılmaz derecede kuvvetliydi... Geceleyin; şehirleri muhafaza için elinde bir sopa ve fenerle gezen tek bir kimsenin dolaşması kâfi idi... Halbuki; Paris’te aynı görev, bir kıt’a askerin başında bir komutan tarafından zorlukla yapılıyordu.”
Bu konuda, bir başka Fransız’ın “gözlem”i ise şöyledir:
“Bir milyonluk büyük İstanbul şehrinde, dört yılda 4 adet cinayet vak’ası görülmemiştir!.. Ticarî eşyalarla dolu olan muazzam kervansaraylar, bir tek adam tarafından korunuyor.”
•
Osmanlı’dan söz edip de Sultan Abdülhamid Han’dan sözetmemek elbette olmaz.
Abdülhamid Han’ın tahtta bulunduğu yıllarda, “siyonist emel”in bayraktarlığını yapan Theodor Herzl, Filistin toprakları üzerinde “Ziraî Yerleşme Merkezleri” kurmakla yetinmemiş, bir ara görüştüğü Sultan Abdülhamid Han’dan, Filistin’de “devlet” kurmak için izin istemiş, görüşmenin sonunda şu teklifte bulunmuştu:
“-Bu izni verirseniz, Osmanlı Devleti’nin bütün borçlarını ödemeyi taahhüd ediyoruz!”
Abdülhamid Han, bu isteğe karşı, tarihimize altın harflerle geçen şu cevabı verir:
“Ben, bir karış dahi olsa toprak satmam... Zira; bu vatan bana değil, milletime aittir... Milletim, bu devleti, kanlarını dökerek kazanmış ve yine kanıyla mahsûldâr kılmıştır... O bizden ayrılıp uzaklaşmadan, tekrar kanlarımızla örteriz.”
•
İyi de;
Böylesine “vatansever”, böylesine “mücahid” ve böylesine “Halk ve Hak sevdalısı” padişahlara rağmen, niye zayıfladı, niye “hasta adam” olup, tarih sahnesinden niye çekildi Osmanlı?..
Tarihçiler; bu sebepleri şöyle sıralar:
“Yeniçeri askerlerinin bozulması ve askerlikten başka her işe burunlarını sokmaları, merkezi idarenin sarsılması, tefecilerden alınan yüksek miktarlı borçlar, sırttan hançerleyen yerli hainler, aydın ihanetleri, ağır mağlubiyetler ve dış kışkırtmalı iç isyanlar!”
Abdülhamid Han vefat ettiğinde, ünlü yazar ve tarihçi Ahmed Rasim hüngür hüngür ağlıyordu:
“Senin cenazen bile bu milleti idare edebilir!”
Olmadı...
Tam 24 ayrı ülke çıktı Osmanlı’nın bünyesinden.
Adları “bağımsız” ama her biri, birilerinin kucağında!..
Hepsi de huzursuz, hepsine de kan ve gözyaşı hakim.
Dün Osmanlı’yı ağlattılar, bugün ağlayan ise onlar!..
Aktardığım şu küçücük kesitlerde bile alınacak öyle dersler var ki.
Anlayabilene...
-------------------
Köpek, köpeği ısırmaz!
Durum onu gösteriyor ki; ABD, bu defa Saddam’ı devirmeye kesin kararlı!.. Türkiye toprağı İncirlik’ten kalkan ABD uçaklarının yaptığı bombardımanlar ise, “peşrev” hükmünde... “Asıl darbe” bugün-yarın vurulabilir!..
Tabiî, “güçlü” olmak, “haklı” olmak anlamına gelmez... ABD’nin, bu gücünü Irak üzerinde göstermesi de “ikiyüzlülük”ten başka bir şey değildir.
Kendisine, bugün sorulmuyorsa, yarın elbette sorulacaktır:
“Madem o kadar güçlüydün, Sırbistan’daki Miloseviç yönetimini niye devirmedin?”
Tabiî; Bosna ve Kosova’daki “Sırp cinayetleri”, ABD’nin umurunda değil!..
Çünkü; Irak’ta akacak olan “Müslüman” kanı, Sırbistan’da akacak olan ise “Hristiyan” kanı!.. Köpeğin, köpeği ısırdığı nerede görülmüş ki?..