5 Ekim 1908’de Avusturya-Macaristan’ın Bosna-Hersek'i gaspetmesine giden süreçte Balkanlar’da Türk katliamı ve sonrası
Vatan şâiri Namık Kemal, Devletimizin en büyük eyâleti “Tuna” için; "Bizim nihâi hattımız Tuna'dır, Tuna düşerse vatan elden gider" demişti. Osmanlı-Türk tarihinde “Küçük kıyâmet” diye de anılan 93 harbini (1877-78 Rus savaşı), göreve başlar başlamaz kucağında bulan Sûltân Abdülhamid Hân zamanında Ruslar Tuna'ya dayandıklarında Plevne müdafâsı bu düşünceyle destanlaşan büyük bir kahramanlıkla savunulmuştu. Ama olmadı.
Ruslar sadece Tuna bölgesinde 50 bin ölü, 100 binin üzerinde yaralı vermişler, bu zayiatları Plevne Muharebelerinde daha da artmıştı. Fakat Tuna Eyâletimiz düşmekten kurtulamadı. Şıpka Geçidinde durdurulamayan düşman, Nâmık Kemâl'in dediği gibi İstanbul kapısına dayandı.
Böylece; İstanbul ve Trabzon’dan önce fethedilen Balkanlar’da asırlar boyu yaşamış Türklerin yürekler dağlatan göçü de başlamıştı. Çünkü Genel vali atanan Rus Prens Çerkasky, Edirne’ye 230 km. mesafedeki Tırnova'da kurduğu iđâre merkezinden bağırıyordu: "Tuna'dan Marmara'ya, Karadeniz'den Adriyatik'e Türk istemiyorum." Bu sözlerin, işkence ve katliâmlarla soykırım anlamına geldiğini orada yaşayan soydaşlarımız çok iyi biliyordu bunun için yollara düştüler.
Ancak Panslavizm düşüncesiyle Rus ve Bulgarlar eşi ve benzeri görülmeyen bir katliama çoktan başlamışlardı. Halk başına gelen felâketle çıldırmıştı. Müthiş bir trajedi yaşanıyordu. Zağra gibi pek çok şehir halkı tamamen kılıçtan geçirilmiş, kaçanları gidebileceği fazla mesafe olmadığı için çoğu yakalanıp gözleri oyularak öldürülüyor, akla hayale gelmeyen işkence çeşitleri uygulanıyordu.
Yollarda kâfileler, arkalarından yetişen Rusların eline düşmeden kadınlarını ve çocuklarını kendi elleriyle boğuyor sonra kendileri acımasızca şehit ediliyordu. Trenler tıka basa tavana kadar insanlarla doluydu ve binebilenler bahtiyardı.
Vagon yetmiyordu, asker ve yaralı taşıyan vagonlardakiler yanlarından yalvararak geçen kafileleri gördükçe gözyaşına boğuluyorlardı. Sınıra yaklaşanlar bile zulümden nâsibini alıyordu. Evlatlarını ve kadınlarını elleriyle Meriç'e atarak boğan babalar, bebeklerini karların üzerine atarak kaçan analar hep rastlanılan vakâlardı.
Varna'daki Fransız Konsolosu Aubaret'in gönderdiği rapor sadece küçük bir örnek. Aubaret raporda diyor ki; "Tırnova Sancağına bağlı Balvan 250 hâneli, 1900 nüfuslu bir Türk köyüdür. 7 Temmuz 1877'de Ruslar köye girdiler bütün köy halkını öldürdüler. Yalnızca 75 yaşında Mehmed oğlu Osman kurtuldu."
Şumnu'da bulunan Avrupa'nın en büyük 19 gazetenin muhabiri ortak imza ile tuttukları raporda, "Razgrad ve Şumnu'da Ruslar ve ayaklandırdıkları Bulgarlar, Türkleri Kadın, çocuk, ihtiyar demeden gözlerimizin önünde öldürdüler" diye yazmışlardı.
Edirne ile Tatarpazarcığı arasında işleyen vagonlar yetersiz kalmış, Filibe'de istasyon civarında günlerce karlar üzerinde yatan kadın ve çocuklar ile yaşlıların çoğunun vefât ettiğini Filibe mutasarrıf vekili Nâfiz Bey yüreği titreyerek bildirmişti.
Yine Burgaz civarında yolları kesildiği için kapana sıkışan 20 bin kişilik kafilenin sinek gibi kırıldığını Daily Telegraph muhabiri iletmişti. Yine Bela Ormanında gizlenmiş büyük bir Türk göçmen kâfilesi yerleri tesbit edilince son ferdine kadar nasıl imha edildiğini Çar’ın Kardeşi Grandük Nikola ağzından kaçırmıştı.
Müşir Mehmed Ali Paşa Rusya’yı Cenevre Konvansiyonu hükümlerine uymaya ve bütün devletlerin buna uyması noktasında Rusya'ya baskı yapmasını istemesine rağmen katliamlar engellenemedi. (Bugün de Suriye'de Gazze’de, Doğu Türkistan’da bütün çağrılara rağmen katliamlar yine engellenemiyor.)
Bütün girişimlere rağmen katliamların yapılmasına Avrupa’nın tamamı seyirci kaldı. Sultân Abdülhamid Hân Almanya Büyükelçisi Prens Reuss'e, bu kadar katliam, tecâvüz ve işkencelerin hiçbir savaşta ve dönemde duyulmadığını, devletler el birliği ile tedbir almazlarsa herkesin bundan zarar göreceğini söylemişti. Ama duyan olmadı. (Şimdiki gibi.)
Yurdumuzun iç tarafları da bu felâketten nasibini aldı. Sirkeci Garı, Ayasofya, Sultanahmet, Nuruosmaniye, Bayazıt, Yeni Câmi, okullar ve resmi binalar göçmenlerle dolup taşmıştı. En fakirinden en zenginine bütün İstanbullular evlerine götürmek için, göçmenleri taşıyan trenleri bekliyorlardı. Hiç değilse sağ kalanlara bir tas çorba verip evinde barındırmak istiyorlardı.
İşin boyutu büyüyüp de İstanbul yükü kaldıramayınca bu kez de Anadolu'ya göçmen sevkiyatı başladı. Yetmedi gemilerle Filistin, Ürdün, Suriye taraflarına göçmen gönderildi. Bir gemi Kıbrıs açıklarında batınca 400 Rumeli Türkü göçmen çoluk-çocuğuyla sulara gömüldü. Anan, hatırlayan yok. (12 Aralık 1941’de Köstence’den Filistin’e Yahudileri taşıyan Struma gemisi İstanbul Boğazı açıklarında Rus denizaltısı tarafından batırılması sonucu ölen 768 kişi için her yıl anma proğramı düzenleniyor.)
Bu göçler Balkanlar'dan Anadolu'ya sürekli devam etti. 1877'de başlayan ve milyonlarca insanın hayatına mâl olan göç dalgası, 1912-13 Balkan Savaşları ile 1. Dünya Savaşında da hız kesmeden, Todor Jivkov’un 300 bin Türk’ü Bulgaristan’dan gönderdiği 1989'a kadar aralıklarla sürdü.
93 harbi sonrası bize dayatılan 1878 Berlin Antlaşması bizim için tam bir yıkım oldu. Osmanlı Devleti topraklarının yarısına yakınını ve nüfusunun önemli bir kısmını kaybetti. Osmanlı Devleti için ağır şartlar içeren 64 maddelik Berlin kararlarının 25. maddesi Bosna-Hersek ve Yeni Pazar sancağını ilgilendirmekteydi. 25. maddeye göre Bosna-Hersek, Avusturya-Macaristan’ın geçici işgâline bırakılırken Yeni Pazar’da ise Avusturya askeri bulundurulmasına karar verilmişti.
Diğer maddeler ise saçmalıklarla doluydu ve büyük bir haksızlıktı. Bu savaşta ilgisiz Yunanistan’a bile toprak verildi. Bosna ve Hersek Avusturya’nın işgâline bırakıldı. Karadağ’ın bağımsızlığı kabul edildi. Sırbistan’ın bağımsızlığı tanındı. Yetmedi Niş ve Pirot kendisine verildi. Romanya’nın bağımsızlığı bile bu anlaşmayla kabûl edilerek Dobruca buraya bağlandı. Osmanlı Devleti Kars, Ardahan ve Batum’u savaş tazminatının bir kısmına karşılık olmak üzere Rusya’ya verdiği gibi Doğubayazıt ve Eleşkirt vadisi de Ruslara bırakıldı. Kapıköy ile İran’ın Hoy Şehri arasındaki Kotur Kasabası ise İran’a veriliyordu (ne alâkası varsa).
Ayastefanos Antlaşması, Osmanlı Devleti ile Rusya arasında meydana gelen bir savaşın sonucunda sadece iki devleti ilgilendirirken Berlin Anlaşması ile pek çok ülkeye toprak vermek zorunda kalmıştık. 1856 Paris Antlaşması’nda yer alan Osmanlı topraklarının bütünlüğünün korunması prensibi sırtlanlar tarafından 1878’de ihlâl edilmişti.
Avusturya-Macaristan İmparatorluğuna verilen Bosna-Hersek’in geçici işgâli yerini, 20. yüzyıl başlarına gelindiğinde 5 Ekim 1908 tarihinde kesin işgâle bıraktı. Şubat 1909’da küçük bir tazminat karşılığı resmen gaspedildi. Ardından aynı 20. yüzyıl içerisinde 1. ve 2. dünya savaşlarını, komünizm dönemini ve yine 20. yüzyıl sonlarında 1992-95 Sırp soykırımını gördü.
O da yetmedi, Dayton Anlaşmasını dindaşlarımıza ve soydaşlarımıza dayattılar. "Dayton Anlaşması'nın bu haliyle Bosna Hersek'in geleceğine yönelik bir çözüm üretemediği bugüne kadar geçen sürede ortaya çıkmıştır. Bununla ilgili olarak BM'nin yeniden devreye girmesi ve burada çok daha güçlü bir adımın atılması gerekir” diyen Sayın Cumhurbaşkanımız Sayın Recep Tayyip Erdoğan'ın, keşmekeşliğin düzenlenmesini, karışıklığın giderilmesini, Bosna Hersek'in tam bağımsız ve güçlü bir yapıya kavuşturulmasını içeren çağırısına kulak verilmelidir.
Yüzlerce yıl Avar Türk’üne yurtluk yapmış, 444 yıl bizde olan Bosna-Hersek, yine 525 yıl boyunca bize Anavatanlık yapan Balkanlar en fazla sahip çıkmamız, etkin olmamız gereken bir bölge olması lâzımken, günümüzde Arnavutçu politikayı hep ön planda tutarak Balkanlar’ı ihmal ettik. Böylece bölgeyi AB, ABD, Rusya hatta Çin’in inisiyatifine terk ettik.
Balkanlar’da geldiğimiz nokta; şımarttığımız Arnavutluk’ta yaptırdığımız en büyük camiye uzun süredir Diyânet görevlisi atayamamak, Bektaşilik dîni oluşmasına göz yummak olmuştur. Allah’tan Cumhurbaşkanımız, BM Genel Kurulu için gittiği New York’ta Arnavutluk Başbakanının kulağını çekerek konuya müdâhale etmiştir. Ancak Balkanlar’da Arnavutçu politikayı ön planda tutan bürokratlar derhal tasfiye edilmeli, ecdât gibi bizlere yakışan cihânşümûl bir politika izlenmelidir.
Böylece bölgede, mikro bektâşi din devleti gibi yapılanmaların önüne geçilmesi gerekir. Bunun için Türk Dünyası Dayanışma ve Yardımlaşma Derneği olarak âcizâne Balkan Bölge Başkanımız Özcan Yeniay’ın Koordinasyonuyla başlattığımız Balkanlar ile Gönül Coğrafyamız Türk Cumhuriyetlerini buluşturma projesi devlet eliyle hayata geçirilmelidir.
Balkanlar’da açık bulunan tekkelerde Ehl-i Sünnet Yesevî-Sarı Saltuk geleneğini yeniden ve hızla tesis etmeliyiz. Bunun için fedâkarlığa hazır kanaat önderleri aşkla-şevkle beklemektedir. Balkanlar’da küllenen Hanefi-Mâtûridi geleneğini Türk Cumhuriyetleri ile buluşturmalıyız. Bugüne kadar ihmal edilmiş olan Balkanlar-Orta Asya (özellikle Türkistan-Buhara-Semerkand) buluşmasını hızla olgunlaştırmalı ve geliştirilmelidir.
Türk Devletler Teşkilâtı (TDT) üye devletlerin hemen hemen Balkanlar’da temsilciliğinin bulunmadığı ya da yeterli olmadığı gerçeği ile bu buluşmayı hızlandırmalıyız. Mesela dost ve kardeş Özbekistan’ımız Balkanlar’da diplomatik misyon temsilcisi yok. Polonya Elçiliği üzerinden Balkanlar’la ilgileniyor. Başta Özbekistan olmak üzere Türk Cumhuriyetleri ile yine başta Bosna-Hersek olmak üzere Balkan Ülkeleri arasında hızla kardeş şehirler, kardeş belediyeler yanında medrese kardeşlikleri, cami kardeşlikleri de tesis edilmelidir. Bu da yetmez, Türk Devletleri Teşkilatı üyelikleri için oluşturacağımız ikinci ve üçüncü halkalara içerisinde Türk nüfus barındıran bu ülkeleri dâhil etmemiz gerekir. Yelkenimizi dolduracak rüzgârlar kadim medeniyetimizin derinliğinden yeterince esmektedir. Haydi, yeni ufuklara yelken açmaya. Yaşasın Balkan-Türkistan kardeşliği…