Cebri bağış…
Bay Portakal, ekranların birinde haber münadisi olarak bildirmiş ki, Devlet Başkanlarının direktifiyle CORONAzedeler yararına açılan yardım kampanyasına polisler de cebren katılacaklar. Tarifesine göre birinci basamak polislerden yüzer lirayla başlayacak olan yardım, rütbelerle paralel olarak, beşer yüzlere kadar yükselecekmiş…
Tabii, haberi verilen bu cebri yardım, devlet adına hükümeti çirkinleştirici bir yüz karası olacak. KORONAya karşı ölüm kalımına açılan seferberliğe reddiyeden utanarak hicap duymayan muhalefet, polis bağışının çarpıtılmış hikayesini eline diline dolayıverdi..
Nasıl olurmuş cebri bağış?..
Olur olur. Hem de bal gibi olmuştu bir zamanlar. Yine olur..
•
İsrail’in İstanbul başkonsolosunu evinden kaçırıp öldüren Mahir Çayan çetesindeki havacı subaylardan ötürü Hava Kuvvetleri Komutanı İstanbul ve civarındaki tüm havacı askerleri Hava Harp okulunda toplayarak yedi cetlerine kadar okudu..
“Siz, Atatürk’ün emanetini üstlenmiş eğitim görmüş askerler, nasıl olur da bir haydudun emir komutasına girersiniz ?”
İsrail başkonsolosunu kaçırıp öldüren teröristlerin arasında teğmen, üsteğmen ve yüzbaşı rütbesinde ikisi ayni birlikten arkadaşımız üç havacı subay bulunmaktaydı.
“Biz Harbiyeyi bitirip kıtalara dağıldığımızda bütün konforumuz, yere serdiğimiz bir velense ve bir de masa sandalya. Devletin sizlere tanıdığı modern hayat tarzının lüksüne karşılık, bu ihanetinizdeki vicdansızlık nedir?..”
Haklıydı da..
Milletiyle birlikte devlet, Cumhuriyetin mebdeinden beri kendilerinindi. Halkın soğukluk girdabına girdiğini hissetmekten de gecikmediler. Zira, Limancı Hamdi lakabıyla tanınan Ahmet Hamdi Başar ve bir gurup mebus ve bürokratla birlikte Atatürk’ün Anadolu gezisinde ortaya çıkmıştı, halktaki bu soğumaya teamül hali..
Atatürk de halktaki bu sıkıntılı bedbinliği gördüğünde, “Üzgünüm çocuğum üzgünüm. Nereye baksam herkes bıkkın ve şikayetçi. Her tarafta yoksulluk ve perişanlık. İçim sızlıyor, içim” diyerek Limancı Hamdi’ye yakınır..
Zira, köylerde tefeci tüccar saltanatı. Ziraat bankaları köylüye borç para vermediğinden çiftçi de eli böğründe dolaşıyor. Ayni banka şehirde tüccara kredi açmakta. Tüccar da bankadan aldığını yüksek faizle köylüye borç veriyor.. Ve daha neler…
Takriri-Sükun kanununa gerekçe hazırlığında görevlendirilen Recep Peker, o günlerin muhalif basını etkileyerek kendi hükümetine hücuma yönlendirir. Ve daha ne çirkinlikler..
O günlerin durumundan muzdarip bir nesil sonrası halkın, Bayar-Menderes hareketinden, aydınlığa kavuşmayı umutla beklemesi de, boş değil..
•
Ayni politika, Takriri- Sükundan kopya 27 Mayıs projesinde de tekrar işleme konulmadı mı?..
Halkın Milli İradesine rağmen Devleti sahiplenen paşalar, açık kapalı, hazırlıklarında şöyle konuşurlar
“Hükümet üniversiteli gençleri kıyma makinelerinden geçirerek köpeklere mama yapıyor. Yok mu bunun çaresi?”..
“Bunlar şeriatçı gericiler, modern zamanlarda hâlâ çarşaf içindeler. Nuri Sait Paşa çarşafa bürünerek kaçmıştır. Bunlar da kaçmak için çarşafı yasak etmiyorlar..
“İktidarın başında olan gözü dönmüşler. Biliniz ki, bu millet sizleri dize getirecektir..
“Böyle bir iktidar, cehennemin dibine gitmelidir..
“İktidarı aldığımız takdirde sokaklarda leşi sürünmeyen siyaset adamı kalmayacaktır”
Gibi…..
Akabinden 27 Mayıs ve ardından da milli iradesiyle birlikte devlete sahipliklerini meşrulaştırıcı, daimi senatörlük…
Çeneler kilitleniyor, 27 Mayıs ve Menderes’e, idam mahkumiyeti..
•
Niye olmasındı? Bal gibi olur ve şöyle de oldu.
12 Mart sonrası egemenliğin temsilcisi milli iradeye belirli zamanlara haddini bildirme görevlerini yerine getirmenin verdiği rahatlık ve gönül huzurunda emekliye ayrılan paşalarına takdim edilecek vedalaşma hediyesi için Havacılarımızın maaşlarından küçük küçük bağışlar memurların vergisi gibi kaynağında koparılır…
Sonraları bu bağışın güzel bir Mercedes’e dönüştüğü de söylenir ya, hayırlı binişleri olmuştur herhalde…