Bir Hayaletle Yaşıyor Herkes
Bir Hayaletle Yaşıyor Herkes
ALİ OSMAN AYDIN
Oscar ödüllü dünyaca ünlü yönetmen Steven Spielberg, Imposter sendromu diye bir durumdan muzdarip olduğunu söylemiş bir röportajında. Bu, başarılarını içselleştirememek, tesadüf ya da şans eseri olarak görmek, önlenemeyen bir yetersizlik hissiyle boğuşmak demekmiş.
Sunucu Spielberg'e “sabah sete gittiğinizde kendinizi nasıl hissediyorsunuz” diye soruyor. O da "Yaptığım her filmde, başladığım her projede, bunun altından kalkamayacığımı düşünüyorum.
Her sabah işe giderken hissettiğim şey, okula giderken hissettiğim şeyle aynı. Normal olmamak, notlarının pek iyi olmaması, o sessiz çocuk olmak, rekabet edememek... Derslerinde başarılı olmayan, okulun sessiz çocuğuymuşum da gergin, stresli bir şekilde okula gidiyormuşum gibi hissediyorum. Her sabah sete giderken karnımda o gerginliği hissediyorum" diyor.
Yığınla film yapacaksınız, bunlardan bir kısmı Oscar alacak, diğerleri sinema seyircisinin gönlünde taht kuracak, Dreamworks’u kurarak sinema tarihine damganızı vuracak, miyarlarca dolar gişe yapacak ve yaşayan en iyi yönetmenlerden biri olarak gösterileceksiniz… Ama okulun silik ve kaygılı talebelerinden biri gibi hissedeceksiniz kendinizi! Hayatını görünür dünyanın “başarı” kıstaslarına endeksleyenler bu röportajda anlatılanları dikkatlice düşünmeli bence.
İçsel meseleler çözülmeden, ne yaptığının, ne başardığının ve de nerede olduğunun çok da anlamı olmuyor gibi. “Zirveler” bile, o derin yetersizlik hissini bastıramıyor. İnsan bir defa bu karanlık duygunun içine düşüp bakış açısını değiştirmediğinde, ne kadar yükselirse yükselsin, o boşluk da onunla birlikte yukarı tırmanıyor.
Evet, zirvede bile rahat yok; çünkü mesele sadece dış dünyada neleri elde ettiğin değil, iç dünyanda neyden kaçtığın ve neyle yüzleşip yüzleşmediğin.
Bu gerçeği bilmeden ve Gazze katliamında negatif tutum sergilemeden önce Spielberg’in hal ve hareketleri bana - 50 yıllık kariyerine kıyasla- bir anlamda tevazu gibi görünüyordu.
Ama o tevazu gibi görünen davranışların, o çekingen tebessümün altında dinmeyen bir içsel sızı, “aslında layık değilim” duygusu varmış meğer.
Ama bu berbat duygu yalnızca sinemacılara özgü değil, spor dünyasının devlerinde de aynı karanlıkla boğuşanlar vardı. Mike Tyson bile hayatını “ağır depresyonla ve yetersizlik hissiyle boğuşarak” geçirdiğini söylemişti bir söyleşide. Muhammed Ali maç öncesinde Sony Liston’a meydan okuduğunda korkudan kalbinin duracak gibi olduğunu hissettiğini itiraf etmişti. Dünyanın en korkulan boksörü olsanız bile iç dünyanızda en çok rakiplerinizden değil kendi korkularınızdan kaçabiliyorsunuz.
Tüm bunlar bana Mark Twain’in o sözünü hatırlatıyor: “Hayatımın çoğunu hiç var olmayan olaylar için endişelenerek geçirdim.” Evet galiba hepimiz, peşimizi bırakmayan hayaletlerle yaşıyoruz.
*
Bu çelişki bana Jung’un tespitlerini hatırlatıyor: Her insanın bir “gölge”si vardır ve mesele, onu bastırmak değil, kabul etmektir. Çünkü “tam ve kusursuz biri olmak zorunda değiliz.” Tam ve kusursuz biri olma arzusu da insan üzerinde büyük bir baskı oluşturur. Bundan kaçınmak gerekir...
Kişi bu baskı karşısında ya kabuğuna çekilir ya da herkesin dikkatini çekmek için kendini kamçılamaya başlar.
Kendi başarılarını bile tam anlamıyla sahiplenememek ve yetersizlik hissinden kurtulamamak kulağa trajik gibi gelebilir. Ama başka bir açıdan, bu insanı daha “insan” kılan bir özellik de olabilir.
Örneğin Spielberg başarılarını içselleştirip, "Ben yaptım, ben kazandım, ben başardım; ben, ben!" deseydi, ya da “ben yetersizin tekiyim!” diyerek kabuğuna çekilseydi, belki de her saniyesi dikkatle çalışılmış, titizlikle yoğrulmuş o filmler hiç yapılamazdı. O cezbedici detaylara ulaşmak, belki de insanın mükemmel olmadığını bilmesinin bir sonucudur.
Bu noktada insanın kendi anlık duygu dalgalanmalarına değil, hayattaki görevlerine odaklanması daha doğru olabilir.
Anlı şanlı Prusya ordusunun başarı kriterlerinden biri askerleri; kızgınlık, düşmanlık gibi sarhoş edici insani duygulardan olabildiği kadar uzak tutmaktı. O büyük savaşları kazanan şey, tutkudan arındırılmış bir görev bilinciydi. Asker, başarıyı arzulamayacak, sadece görevini yerine getirecekti. Ne öfke, ne de heyecan duyacaktı.
Sonradan Müslüman olan Çakal Carlos lakaplı Salih Muhammed, “İslam savaşçısı öfke duymaz sadece görevini yapar” demişti, bir kitabında.
Hayalet tanımlaması bence bu duruma cuk oturuyor. Çünkü gerçekte o duygu yok, sadece biz varlığına inandığımız için var! Yine de bu mevcut gerçeği değiştirmiyor.
Herkes bir hayaletle yaşıyor. Kimileri ona isim koyuyor, kimileri o yokmuş gibi yapıyor... Ama o hayalet bizimle yürüyor, bizimle uyuyor, bazen bizim adımıza konuştuğu bile oluyor. Mesele onu susturmak, yok saymak, görmezden gelmek değil. Onunla yaşamayı öğrenmek. Çünkü belki de o hayalet, bizi tamamlayan eksik parçamızın ta kendisidir.