"Hey gidi eski Ramazanlar" diye başlayan girizgahlara hepimiz şahit olmuşuzdur. Bu girizgahın arkasından gelen Ramazan anıları ise hayranlıkla dinlemişizdir. Ramazan ayının üstün bir kültüre dönüştüğü Osmanlı'ya ait Ramazan hikayelerini, manevi iklimin her yanımızı sardığı bu mübarek günde okuyucularımız için payaşıyoruz....
Ramazan ayı İslam ümmeti için büyük bir önem taşıyor. Bu mübarek ayı bir medeniyet havuzu haline getiren Osmanlı'da Ramazan-ı Şerif nasıl idrak edilirdi hiç merak ettiniz mi? Akit okuyucuları için Osmanlı'da vuku bulmuş en güzel Ramazan hikayelerini sizler için derledi...
SARAYDA RAMAZAN COŞKUSU
"Sarayda Ramazanlar çok güzel olurdu. Bir hafta evvel hazırlık başlardı. Temizlik yapılır¸ Kiler-i Hümayun'dan bütün dairelere büyük sürahiler içinde türlü şuruplar¸ birçok iftariyeler gelirdi. Ramazan'ın ilk gecesi bütün dairelerin sofalarına altın yaldızlı kafesler kurulur¸ Harem Ağalarıyla bir imam¸ iki güzel sesli müezzin gelirdi. İlahiler okunarak namaz kılınırdı. Gece kapılar açılır¸ sahur tablaları girer¸ top atılıncaya kadar herkes ayakta kalırdı. Öğle üzeri de her daireye bir hoca gelir¸ vaaz verirdi. Akşam topla beraber zemzem-i şerifle oruç bozulur¸ iftar takımları hazırlanır¸ buzlu limonatalar¸ şuruplar içilirdi. Sarayın harem dairesi¸ Ramazan'da adeta cami haline girer¸ herkes ibadetle vakit geçirirdi."
Öte yandan Harem Dairesi'ndeki Hünkâr Sofası'nda da Ramazan ayı boyunca yoğun manevî programlar icra edilirdi. Burada bu aya mahsus olarak yapılan en önemli faaliyet "Huzur Dersleri" idi. Gelenek haline gelen bu derslerde¸ ulema ile dinî sohbetler ifa edilir¸ mukabeleler yapılır ve mevlitler okunurdu.
RAMAZAN GÜNÜ KAZANILAN ZAFER
Sultan III. Selim dönemi… Avusturya ordusu Yerköy Kalesi'ni sarmıştı. Bir Ramazan ayı idi. Kaledeki Osmanlı askerlerinin tamamı oruç tutuyordu. En büyük sıkıntıları oruç olmak değildi. Hayvanların otlaklarının düşman işgali altında olması ve ot ihtiyacıydı…
Bir süre sonra cesur bir yeniçeri¸ ot getireceğini söyleyerek kaleden ayrıldı. Avusturyalılara başvurup izin istedi:
– Hayvanları aç bırakmak mertliğe sığmaz. İzin verin biraz ot yolayım!
Avusturyalılar önce izin verdiler. Osmanlı askeri¸ ot yolup arabalara yüklemeye koyuldu. Ardından düşman askerleri etrafını sardı. Alay etmeye¸ hakaretler savurmaya başladılar.
Yeniçerinin sabırlı davranışları karşısında iyice zıvanadan çıktılar. Sonra da acımasızca katlettiler. Kesik başını kalenin önüne getirip¸ bağırıp çağırmaya¸ tehdit etmeye başladılar:
– Hepinizin kellesini süngülerimize geçireceğiz! Alçak Türkler!
Daha da ileri gidip Peygamber Efendimize ve padişaha dil uzatmaya yeltendiler. İşte o zaman kaledeki Osmanlı askerlerinin sabrı tamamen tükendi. Galeyana gelen yeniçerilerin dilinde aynı tepki vardı:
– Düşmanın hakaretlerini daha fazla dinleyemeyiz¸ tahammülümüz kalmadı. Düne kadar padişahlarımızın ayaklarına kapananlar şimdi aslan kesiliyorlar.
Komutan emrini verdi. Avusturyalılara haddi bildirilmeli¸ Peygamberimize ve padişahımıza hakaret etmek ne demekmiş gösterilmeliydi:
– Herkes hazırlansın! Allah aşkı için savaşımız vardır. Peygamberimize ve padişahımıza dil uzattırmayız!
Allah¸ din¸ peygamber ve padişah aşkı ile savaşan Osmanlı askerleri¸ Avusturyalılara öylesine saldırdılar ki¸ düşman feleğini şaşırdı¸ neye uğradığını bilemedi. Aslında bu denli şiddetli bir tepki ve hücum beklemiyorlardı. Osmanlı'nın en hassas damarına bastıklarının farkında değillerdi. Osmanlılar için din ve kutsal değerler olunca akan sular durur¸ canlar feda edilirdi. Şiddetli çarpışmalar sonunda beş binden fazla düşman askeri cezalandırıldı. Geri kalanlar da canlarını zor kurtardılar. Çareyi kaçmakta ve her şeylerini arkada bırakmakta buldular. Yerköy Kalesi önünde¸ bir Ramazan ayında zafer Osmanlıların ve İslâm'ın olmuştu. Takvimler¸ 8 Haziran 1790 tarihini¸ parlak bir sayfa olarak yapraklarına ekledi…
TUHAF RAMAZAN HOŞAFI
II. Mahmud döneminde iki defa şeyhülislamlık makamına gelen Dürrizade Seyyid Abdullah Efendi¸ İstanbul'un sayılı zenginlerindendi. Üsküdar Doğancılarda inşa ettirdiği¸ Paşa Kapısı diye anılan saray yavrusu muhteşem konakta yaşamaktaydı.
Sultan Mahmud¸ bir yaz günü Ramazan akşamında¸ şeyhülislamın konağına adeta bir iftar baskını düzenledi. Yanında bakanları¸ önde gelen devlet adamları ve hizmetine bakanların oluşturduğu hatırı sayılır bir kalabalık vardı.
Haber vermeksizin gerçekleştirdiği ziyaretle Dürrizade'ye sürpriz yapmak istedi. Tabii¸ o anda konak halkını tarif edilemez bir panik havası sardı.
Etekleri tutuşarak efendisi şeyhülislam hazretlerine koşan kâhya¸ ellerini iki yana açarak şöyle sordu:
– Ne yapacağız şimdi?
Ama Dürrizade hiç telaş göstermedi. Ev halkına ayrılan yemekler misafirlere verilecek¸ kendi yemeği de padişaha takdim edilecekti.
Neticede¸ bütün olumsuz şartlara rağmen her şeyiyle dört dörtlük bir sofra kuruldu. Sultan Mahmud hizmetkârı çağırtarak tebrik etti.
– Yemekler gerçekten nefis olmuş. Sadece bir şey dışında. O da¸ şu billur kâse içindeki hoşaf biraz ılık olmuş¸ dedi.
Kâhya ya da o zamanki ismiyle Kethuda¸ padişahın bu küçük eleştirisi üzerine¸ elleri göbeğinde bağlı¸ başı hafifçe eğik bir vaziyette cevap verdi:
– Biraz karıştırılınca kendiliğinden soğur efendimiz.
Padişah¸ işte o zaman işin farkına vardı. Ve dile getirdiği tek kusurun da geçersiz olduğunu gördü. Çünkü billur zannettiği hoşaf kabı¸ içi oyularak kâse süsü verilmiş bir buz kalıbıydı.