• İSTANBUL
  • İMSAK
    00:00
    GÜNEŞ
    00:00
    ÖĞLE
    00:00
    İKİNDİ
    00:00
    AKŞAM
    00:00
    YATSI
    00:00
  • 0.0
  • 0.0
  • 0.0

Mirzabeyoğlu Niçin Batı Felsefesinin Kavramlarını Kullanıyor?

Yeniakit Publisher
Haber Merkezi Giriş Tarihi:
Mirzabeyoğlu Niçin Batı Felsefesinin Kavramlarını Kullanıyor?

5. Devre analiz: Salih Mirzabeyoğlu, Büyük Doğu'nun "niçin" boyutunu ve "teorik dil" alanını temsil ettiğini belirtir. Bu misyon, onun üslubunu "teknik dil" halinde belirlemesini zorunlu kılmıştır. Eserlerinde Batı felsefesinin kavramlarını kullanma sebebi de taklit veya kopyalamak değil; bu kavramları tahakküm altına almak, dönüştürmek ve İslamî dünya görüşü içerisinde yeniden inşa etmek stratejisine dayanır.

5. Devre analiz: Salih Mirzabeyoğlu, Büyük Doğu'nun "niçin" boyutunu ve "teorik dil" alanını temsil ettiğini belirtir. Bu misyon, onun üslubunu "teknik dil" halinde belirlemesini zorunlu kılmıştır. Eserlerinde Batı felsefesinin kavramlarını kullanma sebebi de taklit veya kopyalamak değil; bu kavramları tahakküm altına almak, dönüştürmek ve İslamî dünya görüşü içerisinde yeniden inşa etmek stratejisine dayanır. İBDA mimarisi, kendini "İslâm Tasavvufu ve Batı Tefekkürü" kanatları arasında yerini alan bir yapı olarak tarif eder. İslam tasavvufu önünde Batı tefekkürünü hesaba çeker. Batı'nın verimlerini ise kendi zaman dilimine ait bir "malzeme" olarak görür. Bu çerçevede, iki ilmin arasını birleştiren bir bünye sırrı ile "Hikemiyat" binasının ana dilini kurmayı hedefler. Salih Mirzabeyoğlu’nun Batı felsefesinin kavramlarına yaklaşımı, ne körü körüne bir kabul ne de toptan bir reddediştir; bu yaklaşım, daha çok bir "hesaba çekme", "aslına iade etme" ve "fethetme" stratejisidir.


Mirzabeyoğlu’nun en temel eleştirisi, Batı felsefesinin teknik ve metodolojik üstünlüğüne rağmen bir "mihrak"tan (merkezden) yoksun oluşudur. Mirzabeyoğlu, Batı düşüncesini "mihraksız tümevarım" olarak niteler; yani sürekli veri toplayan, parçaları inceleyen ama bunları bağlayacak "Mutlak Fikir"den yoksun bir çaba. Ona göre Batılı filozoflar, hakikatin bazı parçalarını yakalamış olsalar da, bu parçaları bütünleyecek olan "Peygamberî hakikat"ten mahrum oldukları için sistemleri çökmeye veya eksik kalmaya mahkumdur. Bu nedenle Mirzabeyoğlu, Batı'nın kavramlarını alırken onları başıboş bırakmaz; onları "Mutlak Fikir" dediği İslami ölçüye bağlayarak "hedeflendirir". Batı düşüncesini, kendi inşa ettiği "Hikemiyat" binası için bir malzeme deposu olarak görür ve bu malzemeyi İslami bir "mihrak" (merkez) etrafında yeniden şekillendirir. Bu metodolojide Batı felsefesi "mutlak otorite" değil, "sorgulanan sanık" veya "işlenmemiş maden" konumundadır.


 


Mirzabeyoğlu, Batı felsefesinin kavramlarına adeta bir "patron" edasıyla yaklaşır. Onların önünde kompleksle ezilmez veya onları tamamen yok saymaz; aksine onları "hizmete çağırır." Hegel'i, Husserl'i veya Kant'ı, İslam’ın hakikatinin anlaşılması ve anlatılması için birer "malzeme" ve "tanık" konumuna indirger. Onların ürettiği kavramları, İslam'ın mutlak ölçülerine "izâfe" ederek (referanslayarak) kullanır. Onun gözünde Batı felsefesi, İslam'ın hakikat güneşinin vurduğu, ancak kendi başına ışık kaynağı olmayan bir "ayna" veya "kırık parça" hükmündedir. Bu stratejiyle, Batı düşüncesini İslam tefekkürünün antitezi veya basamağı haline getirerek, İslam'ın düşünce planındaki üstünlüğünü ve kuşatıcılığını göstermeyi amaçlar. Mirzabeyoğlu, Batı kavramlarını Türkçe karşılıklarıyla kullanmak yerine, onların işaret ettiği "hakikati" İslam terminolojisindeki karşılıklarıyla eşleştirir. Batı'daki hikmet kırıntılarını İslam'daki asıllarına "irca eder".


Batı felsefesi kavramlarını ele alırken kullandığı metodoloji, sıradan bir "felsefi sentez" veya "karşılaştırmalı felsefe" çalışması değildir. O, metodunu İslâm Tasavvufu ve Batı Tefekkürü arasında kurduğu ilişkiyle tarif eder ve yaptığı işi bir "simya" (dönüştürme) işlemi olarak tanımlar. Bu metodolojiyi şöyle formüle eder:


"İslâm Tasavvufu ile Batı Tefekkürü kanatları arasında ikincinin yüzünü birinciye döndüren simya formülüm..."


 


Amaç, Batı'nın bulduğu parçalı doğruları, İslam'ın bütüncül hakikati içinde eritmektir. Bu metodoloji; Batı felsefesini reddetmeden, onun karşısında ezilmeden, onu bir "malzeme deposu" olarak görüp, İslam'ın "Mutlak Fikir" mimarisi içinde o malzemeyi eritip yeniden şekillendirme (simya) sanatıdır. Mirzabeyoğlu, "Hikmet müminin yitiğidir" hadisi uyarınca, Batı düşüncesindeki her türlü doğruyu, aslen İslam'a ait bir mal olarak görür ve geri alır. Batı'dan aldığı kavramları İslam tasavvufunun potasında eritip yeniden şekillendirir. Bu bir "aparma" (kopyalama) değil, bir "fetih" hareketidir. O, Batı felsefesini bir "ham madde" deposu veya bir "taş ocağı" gibi kullanır. Batı düşüncesinin kavramlarını ve metodlarını kullanmayı bir "ganimet" ve "inşa" faaliyeti olarak görür. Ona göre, Batı düşüncesindeki doğrular, İslam hakikatinin parçalanmış veya yönünü şaşırmış yansımalarıdır.


Mirzabeyoğlu, bu durumu çarpıcı bir mimari metaforla açıklar:


“Bir keşif, buluş, bilgi ve hikmetin maledilmesiyle, aşırılması ve taklit edilmesi arasındaki fark, BİLİNEN unsurdan BİLEN'in çıkardığı TERKİP keyfiyetinde ortaya çıkar... Taştan yapılmış bir kilise düşünün: Onun taşlarından bir cami yapılırsa, hiç kimse alınan taşlara bakıp da 'kilise' diyemez.”


 


Batı felsefesinin kavramları, bir kilise inşa etmek için yontulmuş olabilir. Ancak usta bir mimar (İslami mütefekkir), o binayı yıkar, taşlarını alır ve onlarla bir cami (İslami tefekkür sistemi) inşa eder. Binaya bakan kimse artık "bu kilisedir" diyemez; çünkü yapı, plan, gaye ve ruh tamamen İslam'a aittir. Taşlar (kavramlar) sadece birer malzemedir ve "müminin yitiğidir”. Yani önemli olan malzemenin nereden geldiği değil, hangi "terkip" (sentez) ve "gaye" içinde kullanıldığıdır. Ona göre, bir binayı (fikir sistemini) Hristiyan veya seküler yapan şey kullanılan taşlar değil, o taşlarla kurulan mimari formdur. Mirzabeyoğlu bu durumu daha da ileri götürerek, yabancı malzemeyi nasıl kullandığını çarpıcı bir benzetmeyle açıklar:


“Benim için malzeme, bir çalgı âletindeki koyun bağırsağından farklı değildir; çıkardığım seslere kıymet biçiniz!”


Yani malzeme (kavramlar ve fikirler) dışarıdan, hatta basit bir yerden gelebilir; ama o malzemeden çıkan ses (mânâ ve terkip), üfleyen sanatçıya (mütefekkire) aittir.


Mirzabeyoğlu’nun Batı düşüncesine yaklaşımını "Asâ-yı Musa" esprisi üzerinden okuduğumuzda, karşımıza muazzam bir "yutma", "hükmetme" ve "hakikati ihtar etme" tablosu çıkar. Bilindiği gibi Hz. Musa'nın asası, Firavun'un büyücülerinin (sihirbazların) yere attığı ipleri ve değnekleri (göz boyayan illüzyonlarını) yutmuş, onların sihrini iptal etmiştir. Mirzabeyoğlu’nun "İbda Diyalektiği" ile Batı felsefesi karşısındaki duruşu tam olarak budur. Firavun'un büyücüleri (Batılı filozoflar: Kant, Hegel, Husserl vb.), ellerindeki ipleri ve değnekleri (kavramları, izmleri, teorileri) yere atarlar. Bu ipler, halkın gözüne (kaba akla) "yılan" gibi görünür; yani canlı, hareketli ve hakikatmiş gibi bir etki uyandırır. Hz. Musa asasını yere attığında, asâ koca bir ejderhaya dönüşür ve büyücülerin yılanlarını yutar. Dikkat ederseniz, onları yok etmez veya yakmaz; "yutar" (içine alır, bünyesine katar). Mirzabeyoğlu’nun "İslâm Tasavvufu ve Batı Tefekkürü kanatları arasında ikincinin yüzünü birinciye döndüren simya formülü" dediği şey budur. O, Batı'nın "Geist"ını, "Fenomenoloji"sini birer "yılan" (batıl/eksik) olarak görür ama onları reddetmek yerine kendi "Asâ"sıyla (İslami Diyalektik) yutar. Yani o kavramları alır, İslam’ın bünyesine katar ve hakikatini (aslını) gösterir. Bu "yutma" işlemi, "Batı tefekkürüne ait hikmetlerin aslını ve esasını İslâm'da göstererek irca etme" işidir. Asâ (İslam), sahte yılanları (Batı kavramlarını) yuttuğunda, o kavramlar artık "sihir" olmaktan çıkar, Asâ'nın bir parçası (hakikat) olur. Mirzabeyoğlu, Batı felsefesinin kavramlarını "Mutlak Fikir" mihengine vurduğunda, onların ne kadarının "ip" (zan/hayal), ne kadarının "hakikat" olduğu ortaya çıkar. Hz. Musa'nın asasının yılana dönüşmesi "onun silâhıyla (formuyla) görünüp onu mağlup etmek" hikmetini taşır. Asâ, büyücülerin yılanlarına (iplerine) karşı "sopa" olarak kalsaydı, belki onları döverdi ama "yutamazdı". Onları yutabilmesi, yani kendi bünyesine katıp yok edebilmesi için, onlarla aynı cinsten (yılan suretinde) görünmesi gerekirdi. Bu durum, "Eşyayı uygun olduğu yere koymak akıllılıktır" hikmetiyle birleşir. Mirzabeyoğlu, Batı'nın ürettiği her kavramı yutar ve İslam bünyesinde uygun yerine (mideye/sindirime) gönderir.


 


Batı dünyasıyla veya İslam dışı çevrelerle kurulacak diyalogda, onların dilini ve düşünce kalıplarını kullanmanın stratejik bir üstünlük sağladığını belirtir. Bu, karşı tarafı kendi sahasında, kendi silahıyla vurmak demektir:


“Takip ettiğim tarzın dış verimi tahakkümüne alırken belirttiği edanın mantığı da şudur: İslâm dışı olanların kendilerine ait kalıplar (düşünce formları) içinde konuşurlarken, âdeta mevzunun kendisi de onlara aitmiş zannı içinde bulunmaları göz önünde tutulursa, onların alışkın oldukları kalıplar içinden kendi mânâmızı fışkırtmak...”


Mirzabeyoğlu, bir mütefekkirin İslam’a olan bağlılığı ve irfanı belirli bir yetkinliğe ulaştığında, onun artık dışarıdan gelen fikirlerden zarar görmeyeceğini, aksine o fikirleri dönüştürecek bir güce kavuşacağını savunur. Bu, zehri ilaca dönüştürme yeteneğidir. Bu durum, bir İslam büyüğünün (ve Mirzabeyoğlu'nun kendi misyonuna atıfla) şu sözleriyle ifade edilir:


“Bu taife elini küfre değdirse şeriat doğar, cahil elini şeriate değdirse küfür doğar!”


Bu anlayışa göre, mesele ele alınan malzemenin kendisi değil, ona dokunan elin (idrakin) keyfiyetidir. Eğer bünye sağlamsa, en batıl fikir bile İslam hakikatinin bir delili haline getirilebilir. "Elini küfre değdirse şeriat doğar". Bu ifade, İslam büyüğünün (ve Mirzabeyoğlu'nun) sahip olduğu "bünye sağlamlığı" ve "mayalama gücü" ile ilgilidir. Mirzabeyoğlu, bu "dönüştürme" gücünü, İmam-ı Gazali'den aktardığı "bal ve hacamat şişesi" örneğiyle pekiştirir:


"Bir âlimin derecesinin, en azından koyu cahil halktan ayrılacak kadar bir mertebede bulunması gerekir ki, o, balı, hacamat şişesinde bulsa bile tiksinmez. Bilir ki, şişe balın kendisini bozmaz ve nefsin ondan nefret etmesi kör cehaletten ileri gelir."


 


Yani hakikat, "küfür şişesi" içinde dahi olsa, hakiki mütefekkir onu oradan çıkarıp alır ve kullanır. Mirzabeyoğlu bu ifadelerle, İslami tefekkürün pasif, savunmacı veya içe kapalı değil; aksine her şeyi kuşatan, yutan, dönüştüren ve aslına iade eden aktif ve taarruz edici bir güce sahip olması gerektiğini anlatır.


“Bizim iddiamız şu: Biz, zehir yense onu şifaya tahvil edebilmenin diyalektiğini örgüleştiriyoruz... Mânâmıza tamamen aykırı ve mânâmızı törpüleyen bahislerin, yanına bile yaklaşılamayan meselelerin İBDA diyalektiğinin alevleri arasında nasıl kendimize inkılâb ettirildiğini görüyorsunuz... Bunun mayası özümlendiği zaman iş tamamdır... Bakın dikkat edin: Böyle bir olgunluk vasatında, gerekirse, İslamî mücadeleye hizmet etmek üzere Karl Marks'ın kitaplarını bile biz basabiliriz..."


Ancak ona göre, "yabancı fikirlerin ithal edildiği toplumun fertleri muayyen bir ilim kapasitesinden mahrum iseler, alınan fikirler o toplumun mahvına sebebiyet verir." Nasıl ki vücut, gıda olarak aldığı sığır proteinini aynen kullanmaz, onu parçalayıp "insan proteinine" çevirerek kullanırsa; bir toplum da yabancı fikirleri kendi "bünye"sinde eritip dönüştürmelidir. Bu yüzden kavramlar, "İslam metabolizmasına" uygun hale getirilerek (sindirerek/dönüştürerek) alınmalıdır. Eğer bu bünye yoksa, yabancı fikir o kişiyi ezer ve "taklitçi" yapar. Ama bu güç varsa, "zıddından bile Allah'ın rızası yoluna baktırıcı madde tahakkümü" sağlanır. Yüksek bir "müfekkire metabolizması" ile bu fikirler dönüştürülerek (hazmedilerek) kullanılabilir. Mirzabeyoğlu meselenin sadece bir "çeviri" sorunu değil, bir "bünye" (metabolizma) ve "dil şuuru" sorunu olduğunu vurgular. Yabancı bir kültürü, kendi "mânâ dili"ni kurmadan almaya çalışanları eleştirir. Dili bir muhteva işi olarak görmeyip sadece "uyduruk karşılıklar bulma" veya "yaşayan Türkçe" tekerlemesiyle hareket edenlerin, inandıkları ile bildikleri arasında bağ kuramadıklarını belirtir. Mirzabeyoğlu'na göre dil, sadece kelimelerin sözlük karşılıklarını bulmak değildir, bir “muhteva” işidir. Hedef, mânâ dilini kaybetmeden ve toplum dilini bozmadan, muhtevada "yabancı verime tahakküm etmek" olmalıdır.


Son olarak, Mirzabeyoğlu’nun şu güzel ifadeleriyle bitirelim:


“Öyle bir yere gel ki, topyekûn dünya irfan verimi senin olsun, diyoruz... Tevhid kelimesinin hakikatine dair böyle birtakım çakıntılar duyulduğu ândan itibaren, topyekûn insanlık verimini İslâm'a nisbetle izah edebilmenin diyalektiğini kazanmış oluruz, diyoruz..”

Kaynak: Beşinci Devre

Haberle ilgili yorum yapmak için tıklayın.
x

WhatsApp İhbar Hattı

+90 (553) 313 94 23