Osiris Mahkemesi’nden Eyüp Sultan’a...
Helenistik Çağ’da, İskenderiye’de zamanın en önemli matematik okulunu açan Euclides, okulu ziyarete gelen ve kendisinden geometri eğitimini kolaylaştıracak kısa bir yol bulmasını isteyen Kral Ptolemaios’a şöyle cevap vermişti: “Bilim için ‘kral yolu’ yoktur!
Eminim, Euclides’e tıp mesleği sorulsaydı “Tıp bilimi-mesleği için hayatını adamaktan başka yol yoktur” derdi.
Evet, biz de bu mesleğe ömrümüzü verdik; yaş altmış oldu. Şimdi, Aşık Veysel gibi;
Veysel günler geçti yaş altmış oldu.
Döküldü yaprağım güllerin soldu.
Gemi yükün aldı gam ilen doldu,
Gayri harekete mâni olunmaz.
Diyebilir miyiz, bilmiyorum. Doğrusu, buna “evet” demek zor; doktor, yaprağı dökülüp gülleri solsa, gemisi yükün alıp gam ile dolsa da sonuna kadar yoluna devam etmek zorunda çünkü!
Biz de bir yandan mesleğe devam ederken diğer yandan öğrendiklerimizi, yaşadıklarımızı, düşündüklerimizi, hissettiklerimizi, dile getirmeye; bunlarla, işin içine biraz da mizah katarak hayatı renklendirmeye insanlara bu yönü ile de faydalı olmaya çalışıyoruz. Bu noktada, Rıfat Ilgaz’ın ölüm döşeğindeyken söylediği son üçlük, tam da beni anlatan mısralardır:
Elin elime değsin
Isıtayım onları
Boşa gitmesin sıcaklığım.
Şimdi sizlere bu maksatla yazmakta olduğum “Doktor ne Yaşar ne Yaşamaz” adlı kitabımdan, dinlerin ortak yanlarına ve özdeki yakınlığına da işaret eden iki pasaj sunuyorum. Siyasete, teröre, gama, kasavete boğulduğumuz bu günlerde iyi geleceğini düşünüyorum.
OSİRİS MAHKEMESİ
Ölülerin Osiris Mahkemesi’nde yapmaları gereken konuşma: (Mısır’ın Ölüler Kitabından)
“Hiç kimseye kötülük etmedim. Yakınlarımı bahtsızlığa sürüklemedim. Gerçek evinde alçaklık etmedim. Kimseyi gücünün dışında çalıştırmadım. Benim yüzümden kimse korku duymadı, yoksulluk ve acı çekmedi, bahtsız olmadı. Tanrıların kötü gördükleri şeyleri hiçbir zaman yapmadım. Kölelere kötü davranmadım. Kimseyi aç bırakmadım. Kimseye gözyaşı döktürmedim. Kimseyi öldürmedim. Kimsenin öldürülmesini buyurmadım. Kimseye yalan söylemedim. Hiçbir utandırıcı davranışta bulunmadım. Kimseye yalan söylemedim. Zina etmedim. Yiyecekleri pahalı ve eksik satmadım. Terazinin dirhemi üzerine hiçbir zaman elimi bastırmadım. Tartarken hiçbir zaman hile yapmadım. Süt çocuklarının ağzından sütü uzaklaştırmadım. Hayvanları çalmadım. Ölmüş balığı tutmadım. Hiçbir arkın sularını başka yöne çevirmedim. Ben suçsuzum, ben temizim.”
“BENİ TAŞI” DİYEN CENAZE!?
O sırada İstanbul’da bir vakıf üniversitesinde tıp fakültesi dekanlığını yürütüyordum. Hocalarımızdan birinin babası vefat etmişti. Çok geç haber vermişlerdi bana. Cenazesi öğlen namazını takiben Eyüp Sultan’dan kaldırılacaktı ve ezana sadece kırk dakika kalmıştı! Oysa o saatte Eyüp’e gitmek en az bir saat alıyordu.
Şoförüm Ahmet, emniyet şeridini kullandı; resmi plakaydık ya! Vardığımızda öğlen namazı kılınmış, imam cenaze namazı için Allah-u Ekber demişti… Hemen tekbir getirip, saflardan birine iliştim.
Üç tabut vardı. Birisi bizimkisi idi ama hangisi??? Hoca Hanımın soyadı da, evlenince değiştiği için tabutlardaki isimlere uymuyordu. Soracak kimse de yoktu etrafta!.. Ben bunları düşünürken tabutlar çoktan omuzlanmıştı bile. “Hiç olmazsa bir tanesinin kenarından tutayım” dediysem de olmadı; kalabalıktan yanaşamadım.
“Mezar yerine gidip orada mı beklesem” diye düşündüm ama cenazelerin nereye gideceğini de bilmiyordum. İçimden “Neyse! En azından namazına yetiştik ya! Buna da şükür” diye geçirdim ve gelmişken, kısa günün kârı, Eyüp Sultan Hazretlerinin kabrini ziyaret etmeye karar verdim.
Kabirdeyim… İstanbul’un fethi; kuşatma, Haliç, zincir, Cenevizliler, hisarlar, surlar, karadan yürüyen gemiler, top sesleri, barut kokusu, oklar-mızraklar, toz duman, kan-revan “Allah Allah” diye hucüm edenler, “Hürraa” diye bağrışanlar, yaralılar, ölüler, şehitler ve Fatih Sultan Mehmet ile Akşemsettin ve de o yaşta taa Arabistanlardan kalkıp Hazreti Peygamberin “Onu fetheden asker ne güzel askerdir. Onu fetheden kumandan ne güzel kumandandır” dediği İstanbul’a kadar gelip surların dibinde ruhunu teslim eden Eyüp Sultan Hazretleri geçti gözlerimin önünden, bir drama, bir gerilim, bir aksiyon filmi gibi. Müthiş sahneler, fevkalade karakterler, her şey olağanüstü; kafam bulandı, gözlerim karardı, kaybettim kendimi.
Nedense fazla kalmak istemedim o atmosferde; belki de hayatta, hiç bir şekilde bilincimi kaybetmeyi sevmediğimdendir, bilmiyorum. Geriye doğru beş on attım. Kabrin dışına henüz çıkmıştım ki kaba bir kütlenin omzuma dokunduğunu hissettim. Dokunmaktan da öte; çarpma! Hissetmekten de öte; sarsılma!.. Ve ardından insan gövdeleriyle kaba temas ve beni peşinden sürükleyen bir hareket?!.
Şaşkındım; etrafıma bakındım, ne olduğunu anlamaya çalıştım... O an, kalabalığın içinden bir ses; “Hocam! Bizim tabut, o tabut!” Seslenen şoförüm Ahmet idi!
Evet, inanılması güç ama tabut gelmiş, bencilenin omzuma dokunmuş ve adeta “beni taşı, tabutuma el ver” demişti bana, gitmem gereken yolu göstermişti!.. Hayattayken hiç tanışmadığımız bir insanla, ölümünden sonra böylesine bir yakınlığımız olmuştu işte!..
Ne diyelim; her şey nasip ve kudretin sahibi kadir-i mutlak Allah: Ol der ise bir kere var olur cihan.