Jamala ya da Cemile ve 18 Mayıs 1944 Kırım
Cemile… Aaah! Cemile. Bizim TV’lerde, gazetelerde “Jamala” diye geçse de, senin adın Cemile. Yani “güzel, gönül alıcı.”
Evet, Eurovizyon Şarkı Yarışması’nda “1944” demekle, ana-kök dilini nakaratta da olsa kullanmakla ve sonunda birinci olan şarkınla sadece sesini değil davanı da tüm dünyaya duyurmakla pek cemile bir iş yaptın; insanlığa hürmet, atalarına rahmet… Binlerce tebrik ve teşekkürler. Çünkü silahtan başka bir şeyle, “sanat”la, meramımızı, derdimizi, düşüncemizi anlatmakta örnek oldun bizlere.
Seni bizden saymamın sebebi, köyümün adının Azaklıhoca (Rize, Merkez ilçe) olması, (muhtemelen) Azak’tan, yani Kırım bölgesinden gelen bir Hoca efendi tarafından kurulmuş bulunması, dolayısıyla aynı yöreden, aynı kökten gelen insanlar olmamız ya da şarkında Türkçe kullanman değil sadece. Sen, tek başına, haklı ya da haksız, doğru ya da yanlış binlerce tarihsel öyküyü işlerine geldiği gibi işleyip gazetelerde, sinemalarda, tiyatrolarda, şiirlerde, romanlarda velhasıl her türlü platformda gözümüzden, kulağımızdan sokup da şuur altımıza kadar yerleştirerek bizleri topyekûn esir alan Batı’nın o kadim kültür emperyalizminin karşısına çıktın; hem de onların yöntemini, yani sanatını kullanarak ve ona milli-yerli temalar katarak…
Neydi o şarkıya adını veren tema? 1944, yani “Kırım Tatarlarının sürgünü”.
Aslında hikâyenin başlangıcı Kırım Hanlığının Ruslar tarafından Nisan 1783’de ortadan kaldırılması ve topraklarının ilhak edilmesine kadar gidiyor.
Daha o yıllarda başlayan Tatar varlığının; kültürel değerleriyle birlikte maddi ve manevi olarak yok edilmesi politikaları, Karasubazar’da bir kaç bin âlim, asker ve din adamının kılıçtan geçirilmesi, 800’ü aşkın caminin yerle bir edilmesi ya da kiliseye çevrilmesiyle alevlendi. Baskılar, muhacırlaştırmalar 1853-1856 Kırım Savaşı’nın ardından doruğa ulaştı.
Direniş olmadı mı? Oldu elbette. Mesela, adını mutlaka öğrenmemiz ve çocuklarımıza öğretmemiz gereken büyük edebiyatçı İsmail Bey Gaspıralı, “Ortodoks-monarşist Rusya İmparatorluğundaki bütün halkların, öncelikle de sömürge halkların, daha gerçekçi şekliyle dil ve din bağlarıyla birbirlerine bağlı bulunan Türk halklarının hukukunun ve kendi kaderlerini tayin haklarının tanınacağı demokratik bir yapıya dönüşmesi” fikrini sanatıyla, gazetesiyle yıllarca haykırdı durdu. Bununla daha sonra Nobel’e bile aday gösterildi ama fikirleri sadece Rusya’nın değil o devrin diğer emperyalist devletlerinin, bu bağlamda hâkimiyeti altında çok sayıda Müslüman halklar bulunan Büyük Britanya’nın de menfaatlerine uygun düşmediği için bu ödüllendirme gerçekleşmedi.
Bolşevik devrimi sonrasında bir “Kırım Demokratik Cumhuriyeti” bile ilân edildi (Aralık 1917). Ancak ömrü çok kısa oldu. Tatar ordusunun Bahçesaray önlerinde Kızıl Ordu’ya yenilmesiyle bu rüya sona erdi. (Ocak 1918). Hükûmet reisi Noman Çelebi Sivastopol’de kurşuna dizildi.
II. Dünya Savaşı’nda, Alman orduları, Ekim 1941’de Kırım’a girdi. Tatarların bir kısmı, Bolşevik rejiminden Naziler sayesinde kurtulacakları ümidine kapıldı; onlara yardım etti. Ama daha büyük bir kısmı, kendileri açısından, Alman faşizmi ile Rus Bolşevizmi arasında bir fark olmadığını gördü.
Mücadelelerini Rusya saflarında devam edenler de vardı.Örnek olarak Kırım Türklerinin Kırım’daki 7 tugayın 2’sinde ve 28 bölüğün 10’unda komutanlığı ellerinde bulundurmaları gösterilebilir. Bir diğeri ise, savaş sırasında yaklaşık 30 Alman uçağını düşüren ve bu kahramanlıkları dolayısıyla iki defa “Sovyetler Birliği Kahramanı” unvanı verilen Ahmet Han Sultan…
Ama bütün bunlara rağmen, Slav milliyetçilerince Kırım Türklerinin Almanlarla işbirliği yaparak “vatana ihanet ettikleri” yalanı sürekli işlendi. Bununla psikolojik zemin hazırlandı ve Kızıl Ordunun Kasım 1943’te, Stalingrad’da, Almanları mağlup edip Kırım’a hâkim olmasıyla (10 Nisan 1944) da büyük trajedi başlatıldı. Sadece 3 gün içinde, Tatarların tamamı Özbekistan’a sürüldü (18 Mayıs 1944).
Yetişkin erkeklerin çoğu Sovyet ordusunda görev yaptığı için, geride kalanlar yani kadınlar, çocuklar, yaşlılar gece vakti uykularından uyandırıldılar ve 15 dakika içinde yalınayak, başıkabak, ite kaka yollara döküldüler. Sürgüne gönderilen 112.700 çocuktan 60.034’ü, 93.200 kadından 40.085’i, 32.600 erkekten 12.061’i hayatını kaybetti.
Kırım’daki Türk varlığının yok edilmesi için mezar taşları bile yerlerinden söküldü. Marksist-Leninist eserler de dâhil olmak üzere Kırım Türkçesi ile yazılan binlerce kitap yakıldı.
Sonraki yıllarda verilen geri dönüş mücadelesi ise trajik olaylarla doludur. Mesela; 35 yaşındaki Fevzi Seydaliyev’in bin bir zorlukla dönmüş olduğu ata toprağından zorla dışarı çıkarılması sonrası Moskova’ya giderek Kızıl Meydan’da protesto gösterisi yapmaya kalkması neticesinde tutuklanması ve atıldığı Dnepropetrovsk şehir hapishanesinde öldürülmesi (19 Ekim 1968)… 46 yaşındaki üç çocuk babası Musa Mamut Kırım’ın ise döndüğü eski köyündeki (Beşterek, Donskoe) evinden çıkarılınca çocuklarının ve mahalli Sovyet yetkililerinin gözleri önünde, üzerine benzin dökerek kendini yakması (23 Temmuz 1978)…
Şimdi…
Kendini koyu Müslüman zanneden kimileri “Yaa, zafer, şarkıcıyla, türkücüyle mi kazanılacak, cihat dururken?” filan da diyebilir; desin. Ben de onlara “Hiç olmazsa, ‘düşmanın silahıyla silahlanın’ özdeyişini hatırlayın” derim. Anlayan anlar, anlamayana Bokoharam’ı, IŞİD’i, El Kaide’yi, Taliban’ı vesaire söylemem bile!
Sağolasın “güzel” Cemile. Vatan sana minnettar.