“Derdini Marko Paşaya anlat!..”
İnsanların en zayıf yönlerinden biri belki de derdini anlatacak kimse ya da kimselerinin olmamasıdır. Ama bundan daha da kötüsü o kimse ya da kimseler var olduğu halde dertlerin, sorunların, meramın anlatılamaması, anlatılmasına müsaade edilmemesidir. Çaresiz kalır insanlar, köhneleşir düşünceler, körelir duygular, kararır kalpler, kırılır ümitler.
Bu, insanlar için böyle olduğu gibi milletler için de hatta inançlar, medeniyetler için de böyledir; böyle gelmiş böyle gitmektedir. “Böyle gelmiş böyle gitmez” diyenler ise bir şekilde susturulmakta, acımasızca cezalandırılmaktadırlar.
Bu makalemde sizlere, yayımlanmamış kitabım “Doktor ne Yaşar ne Yaşamaz”dan, birkaç çarpıcı örnek sunmak istiyorum:
DERDİNİ MARKO PAŞA'YA ANLAT!
Ülkemizde ilk defa 1827 senesinde, Sultan II. Mahmut tarafından İstanbul Vezneciler civarındaki Tulumbacıbaşı Konağı’nda kurulan “Tıbbiye”, önce 1839 yılında “Mekteb-i Tıbbiye-i Adliye-i Şahane” adıyla şimdiki Galatasaray Lisesinin olduğu binaya (öğretim üyelerinin tamamı Rum ve Ermeni idi!), sonra bu binanın yanmasıyla Hasköy’deki Humbarane-i Kışlası’na, 1873’te tekrar Galatasaray’daki binasına, 1878’de ise Sirkeci’deki Büyük Kışla’ya taşındı.
Bu binaya, büyük bir demir kapıdan girildiği için “Demirkapı Tıbbiyesi” olarak isimlendirildi. Marko Paşa, işte bu Tıbbiyenin nazırı idi.
O zamana kadar büyük bir disiplin içerisinde eğitim veren Tıbbiye, Sirkeci’deki süreçte bozulmuş, öğrencilerinin etraftaki kahvehanelerde vakit geçirdiği, yurtdışında yayımlanan muhalif gazetelerin yatakhane pencerelerinden sarkıtılan iple yukarı çekildiği, ideolojilerin hâkim olduğu bir okul haline gelmişti. Bu arada, öğrenciler “sorunlarını kendi aralarında çözme” düşüncesini prensip edinmişlerdi. Kurallar katı idi; uymayanlar döverek susturuluyordu! Bundan şikayetçi olan yok muydu? Vardı elbette ama pervasızdı başı çekenler, onlara “Git derdini Marko Paşa’ya anlat” diyorlardı. O günden beri, halk arasında çok kullanılmakta olan bu deyimin hikâyesi budur.
Kıssadan Hisse:
Şöyle bir etrafımıza bakalım. Aynı anlayış ne kadar da yaygın değil mi?
KARA ÖLÜM MÜ YOKSA?..
İbn-ül Habip (MS 10.YY) Batı’da herkesin tanrının lanetli sonucu olduğuna inandığı veba hastalığının (kara ölüm) bulaşıcı bir hastalık olduğunu söylemişti. “Kanun” ve “Kitab-ül Şifa” adlı kitapları Batıda 17.YY’a kadar okutulan büyük Türk-İslam hekimi İbn-i Sina (MS 11.YY) ise, “Hastalıkları yapan kurtçuklardır, fakat onları göremiyoruz” demişti.
Kıssadan Hisse:
Küresel kültür emperyalizmi ile Batı hayranı olan insanımızdan kaç kişi bunu biliyor?.. Derdimizi kime anlatsak acaba? Marko Paşaya mı!?
GİYOTİNE GİDERKEN…
1794’de Fransız devrimi yöneticilerince halka karşı olmakla suçlanan ve giyotine gönderilen Lavoisier’in son sözleri şöyle oldu:
“Bu ölüm, belki beni yaşlılığın zorluklarından kurtaracaktır.”
Bu ünlü Fransız bilgini oksijenin akciğerlerde kullanılışını ve bunun sonunda karbondioksitin ortaya çıktığını bulmuştu. Kafası kesildiğinde sadece elli bir yaşındaydı…
Kıssadan Hisse:
Demek ki (zamanında) kimmiş bilimi ve bilim insanını boğan??? Bugün bunu anlatabileceğimiz bir Marko Paşamız var mı?!
BİLİMİN İLK KADIN KURBANI?
Pek dile getirilmez ama Hristiyan felsefesi başlarda bilime düşman olmuştu. MS 390’da, İskenderiye’de, o çağın neredeyse tüm birikimi olan 400.000 kitap Piskopos Theophilos tarafından yakılmıştır.
Bu olaydan yirmi beş yıl sonra astronom Theon’nun kızı matematikçi Hypatia, kilisenin kararıyla sokakta linç edilmiştir. Hypatia, bilimin ilk kadın kurbanıdır.
Bu dönem Batı’da “Manastır Hekimliği”nin, yani keşişlerin, manastır rahiplerinin hekimlik işlerini yürüttükleri dönemdir; hastalıkların ya insanlar günah işledikleri için ya da büyü yapıldığı için ortaya çıktığına inanıldığı zamanlar. Clemont Konsil’inin 1330 din adamının hekimlik yapmasını yasaklamasıyla sona ermiştir.
Kıssadan Hisse:
Bu kitapları bir piskopos değil de bir imam yakmış olsaydııı??? Aaah! Marko Paşa’sızlık ah!
BİLİM KİLİSESİ VE KEMAL ALEMDAROĞLU
Çapa ve Cerrahpaşa’nın genel cerrahi hocaları toplanmışlar, huzura(!) çıkmış sayın rektör’e istirhamda bulunuyorlardı:
- Hocam, siz de genel cerrahsınız. Biliyorsunuz ki bütün dünyada, genel cerrahi yan dallara ayrılıyor artık (Kolon cerrahisi, transplantasyon cerrahisi, hepatopankreatiko bilier cerrahi vb.) Biz de ayrılsak, uzmanlaşsak?..
Cevap, bilim kilisesinin softalığına dair muhteşem bir örnektir:
- Bana bütün dünyanın yaptığı hatayı yaptıramazsınız!!?
Kıssadan Hisse:
Sayın Alemdaroğlu daha sonra ikinci dönem rektörlük de yaptı. Bu sekiz yıl boyunca tüm dünyanın yaptığı bu hatayı(!) meslektaşlarına zinhar yaptırmadı! Ama devran döndü, su aktı mecrasını buldu, bilim tasma kabul etmedi ve zamanı geldi zincirlerini kırdı, klişe/kilise kafaların esaretinden kurtuldu. Bugün, Alemdaroğlu’ndan sonra gelen idareciler, onun asla iznini vermediği alt branşların birini, ikisini değil tamamını açmış durumdalar! İhtiyaç duyulduğunda yenileri de açılacaktır muhakkak.
Laf aramızda, bir zamanların apoletli çok sayın, şimdilerin ise sıradan mütekait rektörü kim bilir ne kadar üzülüyordur bu işe, yani genel cerrahinin yandallara ayrılmasına?? Hani “Derdinizi Marko Paşa’ya anlatın!” demişti ya meslektaşı ve aynı zamanda emri altındaki öğretim üyelerine!?