• İSTANBUL
  • İMSAK
    00:00
    GÜNEŞ
    00:00
    ÖĞLE
    00:00
    İKİNDİ
    00:00
    AKŞAM
    00:00
    YATSI
    00:00
  • 0.0
  • 0.0
  • 0.0
Şaban Şimşek
Şaban Şimşek
TÜM YAZILARI

Aleviler de Sünniler de Okusun; “Dingo’nun Ahırı!”

26 Kasım 2015
A


Şaban Şimşek İletişim:

Torunu Akgül Çiftçi teyze ile sohbet ediyoruz...

Dedesinin asıl adının İsmail Fırat olduğunu, Sivas’ın Bağlıca Köyünde (Erzincan ili, İliç ilçesi, eski adı Zinekâr.) yaşadığını söylüyor. Yaşını, ona niye “Dingo” dendiğini, ne zaman öldüğünü tam olarak bilmiyor. “Ben kalktım, yetiştim; öyle, ‘Dingo İsmail’ diyorlardı ona... O da benim gibi uzun yaşamış. Dedeme çekmişim. Öldüğü zaman, ben on dört-on beş yaşlarında idim.” Akgül Teyze’nin tevellüdü 1925. Demek ki Dingo Dede’sini 1939-40’larda kaybetmişti. 

On-on beş köyü varmış dedesinin ama şöhretinin asıl sebebi bu değilmiş; üç tane de Han’ı varmış. Birisi kendi köylerinde (Bağlıca), diğeri köyün (ve Fırat nehrinin) hemen karşısındaki Pahastaş’ta(!), üçüncüsü ise Erzincan Kemaliye’de imiş.

Tavanda asılı altın çanları (zil) varmış bu hanların. Kendirden bir ip bükülüp bükülüp yumak yapılır, bir kirmana sarılır ve bu çana bağlanırmış. Böylece bir saat zembereği gibi kurulan yumak yavaş yavaş çözülür, sabah tam istenilen saatte biter, çanı hareket ettirirmiş.  Zilin sesiyle uyanan misafirler(!) kalkar hazırlanmış sofralara oturur, yer, içer, karınlarını doyururmuş. Sonra da arpasını, yulafını yemiş, suyunu içmiş, tımarı yapılmış, dinlenmiş atlarına biner, yola revan olurlarmış. Para, pul ya da başka bir şey söz konusu bile değilmiş. Giden “Allah razı olsun. Hadi bize eyvallah”, kalan da “Güle güle. Yolun açık olsun” dermiş, o kadar. 

Altınlar, sarı liralar, Reşatlar bakır güveçlerde muhafaza edilirmiş Han’da... Bir gün, genç uşaklardan biri şeytana uymuş bir avuç kadar altını almış götürmüş de, Dingo sadece, “Bırakın, dokunmayın. Nefis galiptir” demiş. Başka bir gün, çan çalmadan kalkıp çanı çalan ve çanla beraber seğirtüp yola koyulan bir başkasını haber verdiklerinde, Dingo Ağa yine esas bir ağa gibi davranmış. “Ağam çan asılı olduğu yerde yok!” diyen hizmetçisine “Sabah erkenden kim gitti? Kim eksik misafirlerimizden? Sorun soruşturun, hangi yöne gitti?!” diye buyurmuş, “İliç tarafına gitti” cevabını alınca da atına atladığı gibi bir nefeste yetişmiş ona. Zira atı, ahalinin o güne kadar gördüğü en yüksek, en büyük, en hızlı at imiş. 

Dingo’nun düdüğünü çalmasıyla irkilen hırsız çanı yere düşürmüş... Atın ayaklarına kapanmış, “ben ettim sen etme” demiş; canını kurtarmaya çalışmış. Atının üstündeki Dingo ise “Ben şimdi aşağı inmeyeyim. Sen o çanı yerden al, temizle, bana ver” demiş. Dediğini yapmış adam, titreyen ellerle uzatmış altın çanı Dingo Ağa’ya. Korku dolu yalvaran gözlerle vereceği cevabı beklemeye başlamış. Yaptığı kabahatin karşılığının ölüm olduğunu biliyordu çünkü. Dingo’nun cevabı “Eğer gerçekten pişman olduysan ne âlâ. Canını bağışladım. Han’ım senindir. Gel, ye, iç, yat. Ama ‘Hanını Çanını’ koru” olmuş; başka bir şey dememiş...

“Yani çok merhametli imiş dedem. Yoksa g.tünden tabancayı çeker adamı oracıkta vurabilirmiş. Kimsenin de bir şey diyeceği olmaz imiş. Hesap, kitap, jandarma, mahkeme filan yokmuş dedeme. Ama merhameti her zaman galip olurmuş” diyor Akgül Teyzem.

Çok dindar bir adammış da. Beş vakit namazını kılar; Allah dermiş, Muhammed dermiş, Ali dermiş başka bir şey demezmiş. Kendisine, “köyün dedesine (Alevi dedesi) niye hürmet etmiyorsun? Niye elini öpmüyorsun?” dediklerinde “O dedelerin elini öpeceğinize, gidün horozun g.tini öpün ki; sabahi ne biliyir de ötiyir?” dermiş! Yani köylü köyün (Alevi) dedesine hürmet gösterir, hizmet edermiş, Dingo Ağa ise köylüye, yolcuya, kimsesize. 

Sadece mertliği, cömertliği değil güzel sözleri de varmış: 

Eken biçer, konan göçer, 

Cennetin kapısını cömertler açar.

Yazın ekerler ekini

Güzün sökerler kökünü

Ali ile Muhammed O’nun vekili

Selâvat verelim Muhammed’e selâvat 

Onların ayağına turâb olasın

Gönlünde mekân kurasın”

Akgül Teyzemle sohbetimiz, onu aldığım otobüs durağından hastaneye kadar devam etti. Bir müddet önce kendisine yaptığım katarakt ameliyatının kontrolü içindi bu. Yarım saat kadar süren yolculuğumuz, altı aydır gidip gelmekte olduğum bu yolun kesinlikle en keyifli ve en verimli olanıydı.

Son olarak “O zenginlikler ne oldu?” diye sorduğumda, amcaoğlu M.A.’nın bir zamanlar Ankara’da bankerlik yaptığını ve ailenin tüm varlığını kaybettiğini söyledi. “Peki, mezarı nerede, ne durumda?” dediğimde ise verdiği cevap doğrusu içimi burktu: “Mezarı eve yakın, köyün yükseğine bir yere yapıldı. Kılıç, kalkan, mızrak nakış edildi taşlarına... Çok geçmemişti, herhalde iki üç sene olmuştu. Bir sabah, uyandığımızda, baktık ki mezarı toprakla bir olmuş! Kalktuk gittuk. Bir de ne görek; taşları çalınmış, toprağı eşilmiş, mertekler kenarda... Herhalde altınlarını aramışlardı dedemin!”

...Evet, Akgül Teyzemle konuştuklarımız bu kadardı... 

Hulasa; değerli okuyucularım, Dingo İsmail’ den geriye sadece “Dingo’nun Ahırı” tabiri kalmış ama o da maalesef yanlış kalmış. Şimdi tarihi bir görev yaptığıma inanıyor ve kendi mikyasımda iade-i itibar ederek diyorum ki, sözün doğrusu; “Burası ‘Dingo’nun Hanı’dır; ye, iç, yat, git. Helâli hoş olsun. Zira dünya malıdır bu; ‘Allah razı olsun’ de yeter” olmalıdır.

Kıssadan Hisse:

Valla, isteyen istediğini, istediği yerinden öpsün ama ben Dingo’nun dediğinden yanayım. Keşke insanlar birer “Dingo”, dünyamız da onun yaşattığı “Dingo’nun Ahırı” gibi olsa!.. O zaman, sözde kutsal amaçlar uğruna; Maraş olmaz, Çorum olmaz, Madımak olmaz, Başbağlar olmaz, Hizbullah olmaz, IŞİD olmaz ve hatta Paris katliamı olmaz. 

Ruhun şad, mekânın cennet olsun Dingo Dede. 

x

WhatsApp İhbar Hattı

+90 (553) 313 94 23