Güveni çalınan şehirler
Güveni çalınan şehirler
REFİK TUZCUOĞLU
Henüz küçük bir çocukken babam beni, Ahilik geleneğinin etkilerinin hâlâ hissedildiği Konya’daki Kapu Camii’ne Cuma namazına götürürdü. Bir gün İstanbul’dan bir misafirimiz de bize katılmıştı. Caminin şadırvanına vardığımızda, misafirimizin şaşkınlığına sebep olan sahneyi hiç unutamıyorum. Avludaki şadırvanın askılıkları, abdest alan adamların çıkardığı ceketlerle doluydu. İçlerinde cüzdanlar, kimlikler, belki de yorgun geçen bir haftanın kazancı… Adamcağız şaşkınlıkla, “Burada hırsızlık hiç mi olmuyor, kimsenin aklına ‘çalınır mı?’ endişesi gelmiyor mu?” diye sormuştu. O askıdaki ceketler, birer kumaş parçasından öte, toplumsal bir güvenin bayrakları gibiydi.
Yıllar sonra üniversite için İstanbul’a geldiğimde, o misafirimizin şaşkınlığını daha iyi anladım. Yeni Cami ve Mahmut Paşa civarında yaşanan gasp ve yankesicilik olayları gazetelerde sıkça gündem oluyordu. Hatta Yeni Camii’n şadırvanındaki askıda duran ceketlerden bile hırsızlık yapıldığına dair haberler oldukça düşündürücüydü. O gün anladım ki, çaldırdığımız sadece cüzdanlarımız değil, o ceketlerin temsil ettiği güvendi.
Bugün geldiğimiz noktada ise durum çok daha vahim. Artık sadece kalabalık meydanlarda değil, evimizin kapısını üç kez kilitlerken, penceremize demir parmaklık takarken bile içimizi kemiren bir endişe var. Oysa bu milletin fıtratı temizdir. Sayısız fazileti hatıratlara, tarih kitaplarına geçmiş erdemli bir medeniyete mensubuz. Hakikaten ne oldu bize? Nasıl oldu da o sükûnet dolu çağlardan, bu güvensizlik iklimine geldik?
Ünlü Fransız seyyah Abdolonyme Ubicini, Osmanlı’nın çöküş asrı olan 19. yüzyılda bile “Türklerin erdemlerini, itibarlarına verdikleri önemi, sadeliklerini, ağırbaşlılıklarını, nezaket ve zarafetlerini” etraflıca anlatır. Yabancı seyyahların neredeyse tamamı Türk şehirlerinin güvenliğinden, insanların iyilik ve misafirperverliğinden bahseder. Hatta Beylerbeyi vapuruna binecek yolcuların birbirlerine “Efendim, lütfen siz önden buyurunuz” şeklindeki nezaketleri, “Beylerbeyi’nin teşrifatı” olarak kayıtlara geçmiştir. Şimdi birbirini çiğnercesine toplu taşımaya binen insanları görünce, bu hatıralar masal gibi geliyor.
Sorun elbette sadece bize ait değil. ABD’de siyasetçiler artan suç oranlarını diline dolarken, resmi rakamlar motorlu taşıt hırsızlığı gibi mülke yönelik suçlarda patlama yaşandığına işaret ediyor. Nitekim ABD Başkanı Trump, “Washington dünyanın en tehlikeli şehirlerinden biri haline geldi” diye açıklama yapmıştı. Avrupa’nın İsveç, Almanya, İtalya gibi refah kalelerinde de hırsızlıktan şiddet olaylarına uzanan bir artış trendi raporlanıyor. Avrupa İstatistik Ofisi'ne göre, vatandaşların %63'ü sokakta kendini güvende hissetmiyor. Bu veriler, o meşhur "Avrupa harika" algısını yerle bir ediyor. "Güvenli Şehirler Endeksi" gibi küresel raporlarda ise bir zamanlar medeniyetimizin incisi olan şehirlerimizin bulunduğu yer, son derece düşündürücü.
Halbuki bizim medeniyet tasavvurumuzun merkezinde "Belde-i Emin", yani "Güvenli Şehir" ideali vardır. Bu kavram, bekçilerle korunan bir yeri değil; içinde yaşayanların can, mal ve ırzından emin olduğu, adaletin ve ahlakın bir zırh gibi tüm şehri kuşattığı bir manevi sığınağı ifade eder ki bu durum Kur’an-ı Kerim’de “bu memleket güvenli ve huzurlu” (Nahl, 112) diye tarif edilir.
Modern şehircilik bilimi, güven ve huzur arayışının şehir planlamasındaki karşılığını, ünlü düşünür Jane Jacobs’ın, “Büyük Amerikan Şehirlerinin Ölümü ve Yaşamı” adlı eserindeki ‘Sokaktaki Gözler’ teorisiyle açıklar. Jacobs’a göre bir sokağı güvenli kılan, resmi polis gücünden ziyade, o sokaktaki dükkanların, evlerin ve kamusal alanların oluşturduğu doğal insan hareketliliği, yani insanların sürekli gözetimidir.
Bununla bağlantılı olarak, James Q. Wilson ve George L. Kelling gibi sosyologların ‘Kırık Camlar Teorisi’ de bize bir binadaki tek bir kırık camın tamir edilmemesinin, yani küçük bir düzensizliğe göz yumulmasının, zamanla o bölgede kimsenin otoriteyi umursamadığı algısını oluşturarak çok daha büyük suçlara nasıl zemin hazırladığını gösterir. Bugün karşı karşıya kaldığımız tablo, şehirlerimizin, ‘sokaktaki gözlerini’ kaybetmesi ve her köşesinin ‘kırık camlarla’dolup tekinsiz mekanlara dönüşmesidir.
Fakat mesele sadece mekânsal hatalar veya otoritenin hissedilmemesi de değil. Asıl sorun, vicdanlarda yaşanıyor. Toplumsal ahlaktaki erozyon, "bana dokunmayan yılan bin yaşasın" bencilliğini doğururken; adalet sistemindeki suç-ceza orantısızlığı ve kamuoyuna yansıyan "cezasızlık algısı" suça olan eğilimi pervasızca artırıyor. Nasrettin Hoca’nın eşeği çalındığında tüm komşuları gelir, “Ah Hocam, ahırın kapısını niye kilitlemedin, niye şöyle yapmadın?” diye akıl verir. Hoca en sonunda dayanamaz ve isyan eder: “Yahu iyi, hoş diyorsunuz da hırsızın hiç mi suçu yok?” Bugün toplum olarak mağduru tedbir almaya yöneltmekten ziyade, hırsızı, gaspçıyı, katili ve tacizciyi suça cesaretlendiren sistemi yeniden gözden geçirmeliyiz.
Ve unutmayalım ki, adaletin dolduramadığı boşluğu, kendi ‘adaletini’ dağıtma iddiası doldurur ki bu da toplumsal kaostur. Yakın zamanda yaşanan Minguzzi ailesi vakası gibi olaylar, bu gerçeğin en somut örneği.
Çözüm, evlerimize daha sağlam kilitler vurmakta ya da sokaklara daha fazla kamera koymakta değil. Çözüm, o şadırvandaki ceketin içindekinden daha değerli olanı; ahlakı, erdemi ve güveni yeniden inşa etmekte saklı. İnsan odaklı şehirlerden hukuk sistemine, vicdanlara yeniden seslenen bir ahlak anlayışından eğitim sistemine kadar pek çok şeyi yeniden gözden geçirmeliyiz. Aksi takdirde dünyamız, her birimizin kendi kapısının ardında birer mahpus olacağı bir geleceğe doğru hızla gidiyor.