Bir sempozyumun ardından (2) Meseleye kökünden bakabilmek
Bir sempozyumun ardından (2)
Meseleye kökünden bakabilmek
İDRİS GÜNAYDIN
Bundan önceki makalemde Giresun Üniversitesi İlahiyat Fakültesinin “Ahilik” konusunu işlediği bir sempozyum yaptığını ve bu tür sempozyumların bize, vaktiyle nasıl dik durduğumuzu öğrettiğini söylemiştim. Sempozyumun açılışında, İlahiyat Fakültesi Dekanı olan Sayın Muharrem Akoğlu, manalı ve meseleyi felsefi derinlikte tahlil eden bir konuşma yaptı. Tam da buna ihtiyacımız var diye düşünüyorum.
Bizi “izm”ler kayığına bindirip, asıl limanımızdan Roma limanına doğru çekmeye çalışan Batıya, onun anladığı dilden bir cevap. Şimdi bu konuşmanın mümkün olduğunca özetini yazacağım.
“Sayın Valim, kıymetli konuklar,
Kutsal Kitabımız Ku’ran-ı Kerim sıkça geçmişe atıfta bulunur. Kıssalar üzerinden ibret vesikaları sunar. Bu şekilde insanın dikkatini geçmişe çekerek, geleceğe yönelik perpektif geliştirebilmesinin önünü açar. Onun çizmiş olduğu evrensel yasalara tabi olan milletler de Allah’ın adaletinin bir gereği olarak, kalkınma yolunda mesafe alırlar.
Takdir edersiniz ki, son üç yüz yıldır insanlığın gelecek planlaması Batı tarafından yapılmaktadır. Bu bir tesadüf değildir. Nitekim Alman Filozof Goethe (1832) ‘üç bin yıllık tarihini bilmeyen toplumlar günübirlik yaşarlar’ derken aslında geleceğe yönelik projeksiyonlar geliştirmenin temel koşulunun tarihe hakimiyet olduğuna dikkat çekmektedir.
Soğuk Savaş döneminde ABD dış politikasını belirleyen önemli isimlerden biri Zbigniev Brezenski’dir.(1928-2017) O da çalışmalarında ‘toplumların, tarih ve dış güçler tarafından yönlendirildiğine’ işaret ederek, özellikle tarihini bilmeyen toplumların dış güç manipülasyonlarına açık olduklarına vurgu yapar.
Bu anlamda tarih, geleceği belirleyen bir projeksiyon kaynağı olarak belirlginleşmektedir.
‘Acaba Müslüman Türk milleti olan bizler tarihimizi ne kadar biliyoruz?’ sorusu, takdir edersiniz ki, içinde bulunduğumuz dünyanın yeniden kurgulandığı bu küresel atmosferde hayati bir önemi haizdir.
İslam’dan önce Yesrib adı taşıyan ve içinde Hristiyan ve Yahudi toplumlarının da yaşadığı kozmopolit şehir olan mekan, Hz. Peygamber orayı fethedince Medine adını aldı. Hz. Peygamber orada silmi, selameti ve İslam’ı tebliğ ederek insanların kabilecilik esaslarına göre değil, kardeşlik yasalarına göre yaşamasını sağladı.
Tarihsel süreçte Medine’den aldığı ruhla medeniyetin gelişiminde etkinlik sağlayan coğrafyaların başında Türk milletinin ata yurdu Maveraünnehr ve Büyük Türkistan gelmektedir. Bu coğrafyada Türk milleti İslamı kabul etti. Nitekim bu kabul, İslam dünyasının kültürel ve siyasi şekillenişi açısından zihni zenginleşmeye yönelik bir açılıma da kaynaklık etti. Bu coğrafyada ilim fikir alanında Ebu Mansur El Maturidi’den tutun da Uluğ Beye (1394-1449) kadar nice alimler yetişti. Bu ilmi atmosfer, siyasi diriliği de beraberinde getirdi…….
………
Kanaatimizce Ahilik, Anadoluyu vatan edinen Türk milletinin, Kur’an ve Sünnet temelinde ahlak ve fütüvvet anlayışıyla şekillendirdiği isar(iyilik) ve ihsanı tahkim ederek insan-ı kamili hedefleyen sistemin adıdır.
Genel olarak bizim toplumumuzda Ahilik denildiğinde daha çok XII ve XIII yüzyıllarda İç Anadolu’da Kayseri, Konya ve Kırşehir merkezli ortaya çıkan bir sosyal yapı akla gelmektedir. Nitekim bu dönem Anadolusunda şehir ve şehre dinamizm katan ticari hayatın büyük oranda gayri Müslimlerin elinde olduğu bilinmektedir. Bu şartlar altında Müslüman Türkün ticari hayatın içine dahil olabilmesi şüphesiz büyük önem arz etmektedir. Nitekim Anadoluya gelen veya gelmekte olan Türk topluluklarının gayri Müslim toplumlar karşısında tutunabilmesi, sağlam bir duruş sergileyebilmesi açısından da önemliydi. Nitekim dönemin toplumsal ve siyasal konjoktörüne baktığımızda toplumu motive edebilecek en kapsamlı alanın esnaflık, zanaatkarlık ve ticaret olduğunu görmekteyiz.
Bu şartlar içinde oluşturulan ahilik teşkilatı aslında toplumda esnaf, zanaatkar ve tüccar tipolojisi üzerinden ahlaklı bir toplum/ sosyoloji inşası faaliyeti olarak göze çarpmaktadır. …
Bilindiği gibi bizim ecdadımızın bireysel ve küçük gruplar halinde Karadeniz coğrafyasına gelişi çok öncelere dayanmaktadır. Araya Moğol istilasının girip mevcut düzeni bozması üzerine güvenli bir bölge arayışına girdi. Çoruh- Kelkit Vadisinin kuzeyi Karadeniz Bölgesi de bu süreçte dikkat çekti…..”
Sayın Dekanın özetle ifade ettiği bir gerçek ver. O da şu ki; “İz sürenin izi olmaz.”
Biz Batıyı, Ziya Paşa merhumun ifadesiyle “papendi terakki” edindikten beri kendimize ait bir izimiz yoktu. Batının izinde yürüyorduk. Yeni yeni bir iz oluşturmaya başladık. Vesselam.
Devam edecek.