Târîhi çevir… (2)
“Bir milleti millet yapan din, dil, târîh şuûrudur” demiş ve milletin dünyâya söyleyecek sözünün bu şuûrdan kaynaklanacağını ifâde etmiştik. Bu yüzden din, dil ve târîh eğitim-öğretiminin aslında bir şuûr verme faaliyeti olması gerektiğini söylemiştik.
Gerçekten kökünü inkâr etmeden hayâtiyetini devâm ettiren milletler böyle yaparlar. Yeni nesillerini kendi dil, din ve târîhlerini sevdirerek yetiştirirler. Târîhi bu gâye ile didik didik ederek en küçük iftihâr vesîlelerini bulup çok zaman da abartarak sanat eserlerinde işlerler ve yeni nesilleri mâzîleri ile barışık bir şekilde büyütürler. Elbette hep böyle gidecek değildir. Belli bir yaş ve seviyeye geldiğinde târîhlerini daha gerçekçi bir sûrette öğreneceklerdir ama bu yeni bakış onları târîhlerinden ve târîhlerini yapan büyük şahsiyetlerden soğutmayacaktır. Çünkü baştan târîhe sevgiyle bakmayı öğrendiler. Artık bundan sonra yapacakları sevdikleri kahramanları hatâsı-savâbı ile öğrenmektir.
Bizim de yapmamız gereken budur: Her yaşın târîh eğitim-öğretimi farklı olmalıdır. Çocukluktan büyüklüğe doğru masalımsı-efsânevî bir târîh anlatımından gerçeklerin cesurca masaya yatırıldığı bir târîh anlatımına geçilmeli. Bunu yaparken de hedef mâzîden nefret ettirmek değil ibret almak olacaktır.
Târîhimize nasıl bakmamız gerektiğine dâir merhûm Nevzat Kösoğlu’nun Kitap Şuuru adlı eserinden bir iktibâsa başlamıştık. Mekteplerimizde târîh eğitim-öğretiminin temellerinden yapılması gerektiğine inandığım bu yazıdan ibret almaya devâm edelim:
(…) Bir gurur, bir iman; bir istikballer kaynağı altı yüz yılı, nasıl da bir tarihî cinnetle gölgeledik, tahrif ettik, yanlış bildik veya bilemedik… Osmanlı’ya sırt çeviren gâvur bile iflâh olamamışken biz bu günahın hesabını nasıl vereceğiz… Biz hangi büyük tövbe ile yeni bir istikbale yürüyeceğiz… Onun için Osmanlı’ya toz kondurmayacağım.
•
O bizimdir, o kusursuzdur, o en güzel, en büyük olandır… Osmanlı, hiç değilse tarihinin bütün zamanlarında böyle değildir, biliyorum; ama, biz öyle bileceğiz. Ve böylece Osmanlı’ya karşı yüreğimizin pasını sildikten sonra, tarihî gerçekleri değerlendirmeye başlayacağız. Buna muhtacız. Bu tavır, bir görünüşü ile Dekart’ın ilim metodunun uygulaması olacaktır, yani sıfırdan başlamanın hazırlığı, diğer yanı ile ilmî tarihçiliğin zarureti. Çünkü tarihî oluşları kavramak ancak onlara duyacağımız sempati ile kafa ve kalp iştirâkı ile mümkün olmaktadır. Tarihe karşı kafa ve kalp bütünlükleri bozulmuş nesillerin, tencere dibine dönmüş yüreklerinde aksedecek hiçbir tarihî büyüklük, güzellik yoktur. Tarih yalnız hikâye değildir; tarihten beklenen, onun yorumu ile elde edilendir. Bu yorum da, taalluk ettiği devre kuvvetli bir sempati ile bağlanış ve ciddî bir tarih sezgisine ihtiyaç gösterir. Bu sezgiye sahip olmayan tarihçi, olaylar arasındaki boşlukları dolduramaz, tutarlı bir yorum yapamaz. Bu sezgi, incelenen devrin kültürüne sahip olmakla ve ona duyulan sempati ile gelişir.
Roma devletinin tarihi, bütün Avrupa’nın iskeleti diye bilinmiş ve hukukundan sanatına kadar didik didik edilmiştir. Devlet-i Ebed Müddet’in altı yüz yıllık ihtişamı ise, geleceğimize tutacağı kim bilir ne büyük aydınlıkları kucaklamış olarak arşivlerde yatıyor. Türk Tarih Kurumu tüccarlık peşinde; üçkâğıtçıların tekeline düştü diye hakkında kitaplar çıkıyor. Üniversitelerimiz çoktan Allah’a havale edildi, bu araştırmalara milyonlarca lira yatırmak mevkiinde olan hükûmetler, semtine bakılmayacak kadar gaflette… Sonra da, biz devrim yaptık, devrim öncesi kaka, devrim sonrası yok bilmem ne… Yok öyle şey!
Osmanlı’ya toz kondurmayacağız!...
(Nevzat Kösoğlu, Kitap Şuuru, Ötüken Yayınevi, 1994, s. 88)
Târîhimizin bir devresini göklere çıkarmak için asıl teşekkül devrimiz olan uzun asırlarını yerin dibine geçirmek veya yok saymak devamlılığımızı baltalar. Târîh, milletin ete kemiğe büründüğü ana rahmidir. Millet olarak genetiğimiz oradadır. Târîhinden utanmak veya nefret etmek ne demektir, düşünülsün. Şükür ki -beşer olmak hasebiyle bir kısım hatâları olsa da- ecdâdımız ana hatları îtibâriyle bize güzel bir mâzî bırakmıştır. Hatâlardan ders alıp güzelliklerini seveceğiz ve ebediyete akan bu nehirde biz de vazîfemizi yapacağız.
Târîh, istikâmetimizi belirleyen pusuladır. İstikâmet bellidir: Din, dil ve târîh şuûrunun gösterdiği yön. Bu toprakları İslâm yurdu yapan ruh ve şuûrdur bu. Bu topraklar ve sâkinleri bu ruh ve şuûr canlı kaldığı müddetçe şanlı bir mâzînin devâmı olarak istikbâle yürüyecektir. Şu hâlde vazîfe bellidir:
Târîhimizi bir bütün olarak kucaklamak ve ondan kaynaklanan millî şuûr ve heyecânı yediden yetmişe yaşamak, yaşatmak ve yaymak…