TBMM Türkiye-Filistin Parlamentolar Arası Dostluk Grubu Başkanı: SUMUD yardım değil UMUT da taşıdı! Hasan Turan’dan Akit’e özel açıklamalar
Sumud Filosu'ndaki aktivistler Türkiye’ye döndü. İsrail güçlerince müdahalede bulunulan Küresel Sumud Filosu teknelerinde yer alan 36'sı Türk 137 kişi İstanbul'a indi. Aktivistleri Ak Parti Milletvekili Hasan Turan karşıladı. Transfer için tahsis edilen Türk Hava Yolları uçağında, ABD, Birleşik Arap Emirlikleri, Cezayir, Fas, İtalya, Kuveyt, Libya, Malezya, Moritanya, İsviçre, Tunus ve Ürdün vatandaşları da yer alıyordu. Turan'dan önemli açıklamalar...
ÖZEL HABER
Röportaj: Yücel Kaya
TBMM Türkiye-Filistin Parlamentolar Arası Dostluk Grubu Başkanı ve AK Parti İstanbul Milletvekili Hasan Turan ile SUMUD’u konuştuk.
– İsrail’in uluslararası sularda bu şekilde bir saldırı gerçekleştirmesinin ardındaki asıl mesaj neydi sizce? Bu sadece bir askeri operasyon mu, yoksa dünyaya verilmiş bir gözdağı mıydı?
Bakın, Gazze’ye doğru yola çıkan o yardım filosu yalnızca birkaç gemiden ibaret değildi. O, dünyanın vicdanının taşıdığı bir umuttu. Üzerinde ne silah vardı ne de tehdit unsuru. O gemilerde sadece un, ilaç, çocuk bezi ve insanlık vardı. Buna rağmen, işgal güçleri bu insanlık konvoyuna uluslararası sularda saldırdı. Bu, açıkça uluslararası hukukun ve insan onurunun ayaklar altına alınmasıdır.
– Gazze’ye yönelik bu abluka politikasının artık “soykırım” tanımıyla anılması gerektiğini söylüyorsunuz. Sizce uluslararası kurumlar bu gerçeği neden dillendirmekten kaçınıyor?
İsrail’in yıllardır Gazze’ye uyguladığı abluka, bir güvenlik önlemi değil, sistematik bir kolektif cezalandırma politikasıdır. Elektrik, su, gıda ve ilaç gibi en temel yaşam kaynaklarını bile keserek, iki milyondan fazla insanı nefessiz bırakıyorlar. Bu, uluslararası hukukta tanımlandığı şekliyle, bir soykırım pratiğidir çünkü bir halkı yok etmenin sadece silahla değil, yaşam koşullarını imkânsız hâle getirerek de yapılabileceğini biliyoruz.
– Gazze’deki zulmün denizlere taşınması, insanlığın vicdanında nasıl bir kırılma meydana getirdi?
Yardım filosuna yönelik o saldırı, aslında Gazze’de süregelen zulmün deniz üzerindeki yansımasıydı. Saldırı, sadece o gemideki insanlara değil, dünyadaki tüm vicdan sahiplerine yapılmış bir saldırıydı.
– “Gazze’ye umut götürmek suç değildir” diyorsunuz. Sizce dünya neden bu kadar kolay susturuluyor? Sessiz kalmanın ardında korku mu var, çıkar mı?
Ne yazık ki uluslararası toplumun sessizliği, bu vahşetin sürmesine izin veriyor. Ama biz sustukça, onlar daha da pervasızlaşıyor. Bu nedenle, o filonun taşıdığı en büyük yük aslında yardım malzemesi değil, insanlığın onuruydu. Ve biz, o onuru taşımaya devam edeceğiz. Gazze’ye umut götürmek suç değildir; suç, insanlığın gözleri önünde çocukları açlığa mahkûm etmektir.
– O gözaltı sürecinde yaşananları ilk ağızdan dinlediğinizde, sizi en çok sarsan detay ne oldu?
Gazze’ye insani yardım götürmek için yola çıkan insanların gözaltına alınması zaten başlı başına bir utanç tablosudur. Bu insanlar suç işlememiştir; onların tek ‘suçu’, sessiz kalmamak, zulme karşı insanlık adına ses çıkarmaktır. Buna rağmen, işgal güçleri onları terörist muamelesi yaparak alıkoydu, kelepçeledi, aç bıraktı, kötü muameleye maruz bıraktı.
– Sizce bu olayın “çağdaş korsanlık” olarak tanımlanması dünya kamuoyunda yeterince yankı buldu mu? Yoksa uluslararası hukuk artık güçlülerin elinde bir araç hâline mi geldi?
Bu yapılanlar, sadece bireysel hak ihlali değil; aynı zamanda uluslararası insan hakları sözleşmelerinin açık ihlalidir. Çünkü uluslararası sularda yakalanan sivillerin bu şekilde gözaltına alınması, herhangi bir yargı kararı olmaksızın tutulmaları, tamamen yasa dışıdır, çağdaş korsanlıktır, barbarlıktır.
Oradaki muamele, işgalci zihniyetin insanlık karşısındaki gerçek yüzünü bir kez daha ortaya koydu. İnsanlara sadece fiziksel şiddet değil, psikolojik şiddette uygulandı — aç bırakıldılar, saatlerce kelepçeli şekilde tutuldukları, hatta bazılarına hakaret ve tehditler edildiği tanıklıklarla sabit.
Bu tablo, İsrail’in Filistinlilere yıllardır uyguladığı insanlık dışı muamelenin bir uzantısıdır. Gazze’de çocuklara, kadınlara ne yapılıyorsa, o gemideki vicdan seferinin yolcularına, aktivistlere de aynı zihniyetle yapılmıştır.
– Bugün geriye dönüp baktığınızda, o direnişin ve dayanışmanın size öğrettiği en büyük şey neydi? İnsanlık onuru hâlâ kazanabilir mi?
Fakat şunu unutmamak gerekir: Bu baskılar, bu gözaltılar, bu hukuksuzluklar bizleri yıldırmadı, yıldırmayacak. Çünkü biz biliyoruz ki haklı sonunda kazanacaktır. Bizim oradaki varlığımız, işgale karşı bir duruştu; o duruş hâlâ ayakta. Zulüm ne kadar sert olursa olsun, insanlık onuru daha güçlüdür.
– O günü, o ilk karşılaşma anlarını hatırladığınızda neler hissediyorsunuz?
Evet, o anları hiç unutamam. İstanbul’daki havaalanında, dünyanın dört bir yanından gelen yüz otuz yedi aktivisti karşıladık. Uçak indiğinde kimse yerinde duramıyordu; herkesin gözlerinde hem derin bir hüzün hem de tarifsiz bir gurur vardı. Çünkü o insanlar, sadece Gazze’ye yardım götürmek için değil, insanlığın vicdanını temsil etmek için yola çıkmışlardı — ve bedel ödemişlerdi.
– Aktivistlerin uçaktan iniş anında nasıl bir atmosfer vardı, siz neler gözlemlediniz?
Uçaktan inen her bir yüz, yaşadıklarının ağırlığını taşıyordu. Kimisinin kolunda kelepçe izleri, kimisinin gözünde uykusuzluğun ve yaşadıklarının yorgunluğu vardı. Ama hepsinde ortak bir şey vardı: dimdik bir duruş. O kadar onurlu, o kadar vakur bir duruş ki, orada bulunan herkesin gözleri doldu.
– Türkiye’nin bu süreçteki tavrını nasıl değerlendiriyorsunuz?
Türkiye’nin bu insanları başta Cumhurbaşkanımız olmak üzere tüm kurumlarımızla sahiplenmesi, sadece bir diplomatik başarı değil; insanlığa sahip çıkma iradesiydi. Çünkü o uçak, aslında yalnızca aktivistleri değil, insan onurunu taşıyordu. Dünya kamuoyu o anı canlı izlerken, biz orada tarihe tanıklık ettik: zulme karşı duranların nasıl kenetlendiğini gördük.
– Bu operasyonun arka planında, görünmeyen ama büyük bir emeği olan isimler ve kurumlar da vardı değil mi?
Görülmeyenler de vardı: Dünyanın değişik ülkelerinden, içlerinde 56 Türk vatandaşının da olduğu farklı kimliklere sahip aktivistlerin filolara katılma anlarından itibaren süreci takip eden, gemilere binilmesine-yola çıkmasına yardımcı olan, sıkıntılı anlarında problemlerini çözen bir irade vardı.
– Türkiye’deki kurumlarımızın bu süreci yönetme biçimi hakkında neler söylemek istersiniz?
Aktivistlerin Gazze açıklarında, siyonist çetelerce gözaltına alındıktan itibaren yaşadıkları süreci anbean takip eden, ivedilikle Türkiye’ye getirilmeleri hususunda titizlikle çalışan ve kısa sürede iadelerini gerçekleştiren Dışişleri, İçişleri Bakanlıklarımız ile Milli İstihbarat Teşkilatımız, İstanbul Valiliğimiz başta olmak üzere; gerek siyasetin gerekse bürokrasimizin kuyumcu terazisi hassasiyeti ile uyum içinde bu süreci başarıyla yürüttüğüne şahit olduk.
Guantanamo hapishane
– Aktivistlerin Türkiye’ye dönüşünde yaşanan o özel detaylardan da bahseder misiniz?
Türk Hava Yollarına ait uçağımızın işgalci İsrail’den havalandıktan hemen sonra, 137 aktivistin Guantanamo esir kampını hatırlatacak şekilde tek tip kıyafetle gönderildiğini öğrenir öğrenmez, -Arnavutköy Belediyemizin de katkılarıyla- onlara ayakkabılarından gömleğine kadar kısa sürede giysilerini tedarik eden, apronda çiçeklerle karşılayan büyük bir devlet hassasiyeti sahada herkesin takdirini topladı.
– O karşılama anında, sloganlar ve duygular iç içeydi. Sizce o sahne neyi ifade ediyordu?
Uçağın kapısında aktivistleri karşılamamızı müteakip aktivistlerle birlikte, sıkılmış yumruklarla “Özgür Filistin” sloganları eşliğinde alana inilmesi de hükümet-vatandaş-aktivist hassasiyetinin aynı noktada birleştiğini göstermesi açısından önemliydi. Bu bağlamda İstanbul teşkilatlarımıza, Filistin’e destek platformumuza, medya mensuplarımıza ve tüm sivil toplum kuruluşlarımıza çok teşekkür ediyorum.
– Son olarak, o anlarda yaşadığınız duyguyu tek bir cümleyle anlatmak isteseniz ne derdiniz?
Sarıldığımızda kelimeler yetersiz kaldı. Birbirimize ‘hoş geldin’ derken aslında ‘yalnız değilsin’ diyorduk. O an hepimiz, farklı ülkelerden, farklı dillerden insanlar olarak, aynı duyguda birleşmiştik: adalet duygusunda.
Bu karşılamayı, sadece bir geri dönüş değil, bir direnişin yeniden doğuşu olarak gördüm. O gün İstanbul Havalimanı’nda, politik bir mesajdan çok daha fazlası vardı — orada insanlığın kalbi atıyordu.











