• İSTANBUL
  • İMSAK
    00:00
    GÜNEŞ
    00:00
    ÖĞLE
    00:00
    İKİNDİ
    00:00
    AKŞAM
    00:00
    YATSI
    00:00
  • 0.0
  • 0.0
  • 0.0

Okumak, bir başkasının beyni ile düşünmektir

Yeniakit Publisher
2018-03-11 08:44:00 - 2018-03-11 08:50:40
Okumak, bir başkasının beyni ile düşünmektir

Zeval ve Kanzehir kitaplarının yazarı Ahmet Can'ın, son kitabı 'İpinikoparan' raflarda yerini aldı.

Daha önce Roman ve şiir kitaplarıyla adından söz ettiren yazar Can, insanların yaşadığı yalnızlık ve mutsuzluğu kitabına taşıdı. Profil Kitap'tan çıkan eserde terk edilişleri, yalanları, insani duyguları usta bir dil ile kaleme alan yazar Ahmet Can, kimi zaman üzüleceğiniz kimi zaman 'Evet bunu ben de hissettim' diyeceğiniz duyguları sayfalarına taşıdı. Elinizden düşüremeyeceğiniz 'İpinikoparan' kitabında öne çıkan bazı cümleleri sizlerle paylaşmak istiyorum.

BU CÜMLELERDE SİZİN DUYGULARINIZ VAR

Sevdiğiniz insanların bir yerlerde sizi düşündüğünü sanırsınız. Oysa o, beni, “unutmuştu” diyebileceğim bir kıvamda ruhunun rutubetine hapsetmişti. Doğrusunu isterseniz beni hiç hatırlamıyor, saygı da duymuyordu.

Her sağlıklı erkek mutluluğun anahtarının kadınlarda olduğunu sanır. Bütün yaşadıklarımızdan sonra ben de Hayal’in gelip beni yine bir deve gibi çökertmesini beklerdim. Ama o bunu yapmadı ve bütün mutlu yuva hayallerimi de beraberinde götürdü.

Her yerden kovulduğumda aslında bir yere ait olmam gerekmediğini anlamıştım. Bu anlayış beraberinde yalnızlığı da getiriyordu. Belki de yalnızlık, en çok ait olduğum yerdi. İnsan dünyaya ağlayarak geliyordu ve çoğu kez de ağlayarak ölüyordu. İkisi arasındaki zaman diliminde insan karın kasları yırtılana kadar gülse de ölüm ona aynı tepkiyi vermiyordu.

Yalnızlık, farklı ihtiyaçları da beraberinde getiriyor. Birinin sizi terk etmesi bile varlığınızı kabul etmesi anlamına geliyor. Zira olmayan biri terk edilemez. Ben, kuşların gözden kaybolduğunu söylediğimde kuşlar aslında görüş alanımdan çıkıyor. Bu durumda, kaybolmak için bir sahibinizin, bir bekleyeninizin olması gerekiyor. Sahibi olmayan, yolunu bulamasa dahi kaybolmuş sayılmıyor. Çünkü onun kaybolduğu tüm yollar, görüş alanından çıkmış oluyor.

Hayal gibi bir kadın için gücün çok da önemli olmadığı düşünülse de bu, ters mantıkta bir yanıltma biçimidir. Yanıltma olmadan doğruya giden yollar, engebesiz çıkılan yokuşlara benzer. O engebesiz yokuşlardan aşağı inenlerden biri olmayı hiçbir zaman istemedim.

Bu böcekli suyu içtikten sonra uyumak ve farklı rüyalar görmek oldukça hoştu. Kolay kolay uyanmayacağım bir uyku şekli geliştirmek için değişik böcekleri su bardağına koyup birkaç gün bardağımda bekletirdim. Artık evde ölmüş ne çeşit böcek bulursam onları deniyordum ve bu böceklerin etkisiyle farklı rüyalar görüyordum.

Aslında bu kentte ebedî bir mülteciydim. Anlamsızlık hastalığına yakalanmış, ilkel topluma dönmek isteyen ezik bir mülteci… Mutsuzluk, aldığım her nefeste ciğerlerime biraz daha doluyor ve çılgın bir tazyikle ruhumun saydam iklimine boşalıyordu. Kötürüm başlayan her gün, aksak ayak ilerliyordu.

Beyin her şeyi lehinize döndürür, ama bir şartla; onu doğru kullanmayı öğrenmeniz şarttır. Mesela susmak, beyni yetkin kullanmanın ilk formülüdür ve bu metot en aptal adamı bile filozof gösterecek kadar kıymetlidir.

Hayatım boyunca gerçek mutluluğu yakaladığım anların ne kadar sınırlı olduğunu anlamıştım. Fantastik hikâyeler dinleyerek uyumak isteyen bir çocuk edasıyla, bir süre daha baktım Hayal’e.

Tuvaletten çıkarken aklıma kötü ruhları kaçırdığına inanılan ardıç geldi. Televizyonlarda, gazetelerde her türlü bitkinin faydaları anlatılıyor, neyin neye iyi geldiğinden bahsediliyordu. Fakat yurdum tababet üstatları ardıçtan neden hiç bahsetmiyorlardı? Ardıç budağından yapılan tütsünün, kötü ruhları kaçırdığına inanılır ve meyvesi aç karnına yenildiğinde idrara menekşe kokusu verirdi. Umumi tuvaletler leş gibi kokuyordu. Girdiğim lanet tuvalet de öyle… Neden hiçbir umumi tuvaletin kapısında o küfürlü kelimeler ve akla zarar çizimler yerine böyle aperitif bilgiler yoktu?

Nefise Hanım Teyze’nin gözyaşları, içime yağmur gibi akıp bütün kirlerimi temizliyordu sanki. Siz ne kadar işe yaramaz ne kadar dengesiz olsanız da bu iğrenç hayat yaşanmaya değer sinyaller vermeye devam ediyordu.

Konuşmaların arasında sürekli olarak, “Bak bu anlattıklarım aramızda kalsın.” diyerek sırrımı paylaşmak ve onda “suç ortaklığı” hissi uyandırmak, dahası, kendisini özel hissetmesini sağlamak istiyordum. Olmayan kitap hakkında konuşuyordum belki ama ona, ağzımdan laf almayı başarmış olmanın hazzını da yaşatmayı ihmal etmiyordum.

Leş gibi kokan mutfağıma girdim. Ve bir anda kendimi yerde buldum, çünkü dün yediğim ve kabuğunu yere attığım muz kabuğuna basıp kaymıştım. Sırtıma bir ağrı saplandı. Olduğum yerde her tarafım ağrıyarak bir süre durdum. Kafamı kontrol ettim; kanama falan yoktu.

Düşündüğümde benim de bir göz bebeği gibi büyüdüğüm anlar hep karanlık dönemimle çakışıyor. Karanlıkta öğrendiğim ilk şey bilginin insanı ileri değil, geri götürdüğü idi. Su ve toprakla tanışmam da o döneme denk düşüyor. İnsan balçığa battıkça bütün kibri de yavaş yavaş azalıyor. Anlatılmak istenenin konuşurken kayıtsızlaşması gibi... Yaranın, tozlu bir ortamda daha çabuk kapanması gibi…

Dayılar aslında en ruhsuz insana da en güvenilir insana da aynı muameleyi yaparak onları manyetik bir alana doğru çekiyorlardı. İnsana güven; her geçen gün modern toplumun bireyleri tarafından bir parça daha zedeleniyordu.

Bilirsiniz, insan bazen öyle bir hikâye anlatır ki kendisi bile anlattığının gerçek olduğuna inanır. Buna psikologlar, “psödologia fantastika” diyorlar. Yani “düşlemsel yalan.” Ergenlik döneminde ortaya çıkan bu düşlemsel yalanlar üzerine insan daha da profesyonelleşiyor büyüdükçe. Bir yalan uzmanı olup çıkıyorsunuz.

Sorgusuz sualsiz kendimi sorgu odasında buldum. Dalak postuna bürünmüş memur tırnaklarımı sökeceğini söyledi. Bu arada sunturlu küfürleriyle bütün sülalemle akraba olmak istemesi de şaşırtıcı değildi. Beni incitmek için yapıyordu. Her ne kadar rezillik rıhtımında çöplensem de hassas bir insandım. Bunu fark etmişlerdi

Sanık olmak psikolojik bir başkalaşmayı da beraberinde getiriyordu. Birey, ötekilerden farklı olduğunu ilk defa sanık sandalyesine oturduğunda anlıyordu. Ötekiler ve ben... Hâkimler, savcılar, avukatlar, mübaşirler, yazıcılar… Hepsi öte dünyanın insanı, bense başka; bambaşka bir dünyanın insanı. Sanki suç şehrine girmiştim.

“Kulaklarına küpeyi takın!” dediğinde hiçbir şey anlamamıştım. Adamlara patlak ve meraklı gözlerle bakıyordum. Meğer küpeden kasıtları kulak uçlarına elektrik vermekmiş. Kulaktan elektrik yediğinizde beyin dalgalarınız gevşer ve soluk alışınız hızlanır. Kalbi olanlar için tehlikeli bir durum... Fakat maceraperestim diyorsanız mutlaka gönüllü olarak bir kere deneyin derim.

İşkenceden sağlam çıkarsanız bir daha sizi kimse yıkamaz; tabii güçlenmenin de bir bedeli vardır

Entelektüel geçinen aydın sınıfın yaptığı en güzel işlerden biri uzun uzadıya kitabı okumaktansa o kitabın eleştirisini okumaktır. Fakat bazen öyle hatalar yapılır ki… Mesela; eleştiriyi yapan kişi de söz konusu kitabı okumamış, kitapla ilgili gördüğü birkaç yazıdan hareketle bir eleştiri yazmıştır. Çakma entelektüeller bu tür yazıları okur ve kitapla ilgili konuşurlar; oysa her şey bir balon, her şey bir yalandır.

Hayatımda ilk defa tankı andıran bir aracın içinde seyir hâlindeydim. Diğer araçlara yukarıdan baktığınızda görgüsüzlük hissiniz daha da bir artıyor. Yüksekten bakınca gökdelen fobim geldi bir an aklıma. Aracın içinde sebepsiz yere korkuya kapılmaya başladım.

Kadının konuşmasında kibarlık sosuna bulanmış bir kentli bedeviliği hissettim. Bazı insanlar görürsünüz; ne kadar nazik, kibar, prezantabl ve kravatlı olsalar da okudukları okul, aldıkları eğitim ve hiçbir şey daha onları bedevilikten kurtaramaz. Genetik kodlarına işleyen bu virüsü kentli oldukları vakit gizlemeyi başaranlar olsa dahi bu insanların psikolojisine biraz kafa yoranlar gecikmeden uyuyan yılanı görür.

Her şeye bu kadar kolay ulaşınca işin tadı kaçıyordu tabii. Anlıyordum ki risk; insanın en büyük hazlarından biriymiş. Korku; insanın zekâsını açıyormuş. Heyecan olmayınca acemi gibi davranıyordum. Yaptığım işten hiçbir şekilde zevk alamıyordum.

Cezaevinden çıkıp yürümeye başladığımda düşünceler de ayağıma dolanmaya başlamış ve yolumu belirsizliğe doğru sürüklemişti. O sürüklenmeden süzülen bir demet suçlu düşünce de benimle birlikte serbest kalmıştı. İçeride benimle birlikte tutsak kalan düşüncelerim de yol boyunca akmaya başladı…

Tekrar başa dönüp hayatınızı sıfırdan başlayarak yaşamak istediğiniz anlar vardır, işte öyle bir andı bu. İzlanda’da, dünyanın kuzeyinde bir yerlerde olmak istersiniz ve sizin için en güvenli yer orasıdır. Yalnızlığınızın peşinden kaderinizin sizi sürüklediği o farklı diyarlarda yeniden başlamak… Ait olduğunuz yerde yabancı gibiyseniz ihtiyacınız olan şey, ait olmadığınız yerde bir yabancı olmaktır. En azından yabancı olan kendinizi keşfedersiniz. Aradığım şey kendime yabancı olan benliğimin izleriydi.

Bir kez daha değişmiştim. Değişimime sebep, belli bir konu üzerinde fazlaca durmanın sıkıcılığı idi. (…)Kaçış modunda kalmak istiyordum. Ve bu, beni kendime sürüklüyordu.

Düşmüştüm. Herkes bir şekilde düşüyordu. Fakat düşüşlerimiz farklıydı. Şizofreni nöbetine düşmek kalıyordu benim payıma. Oysa doktorlar yazının iyi bir terapi yolu olduğunu söylemişlerdi, aksine beni daha da kötü yapıyordu. Yazdıkça deşiyordum kanayan yanlarımı. Yazdıkça asileşiyordum. Her yanım biraz daha hüzün kokuyordu. Naftalin ve barut kokuyordu. Düş kırıklığı kokuyordu. En çok korktuğum yanım ise korkularımdı. Bu modern dünyada gittikçe ıssızlaşan metruk bir bina gibi, her gün içimden bir taş daha düşüyordu.

Biz gitsek de hikâyemiz gelecek peşimizden, huzursuzluğumuz da… Bütün hissizliğine rağmen peşimizi bırakmayan değerler dünyası gelecek işte… Kâğıt parçaları için savaş verecek, yaşamak için cesareti olmayanlar. Düşünenler onlara ne kadar sövse de iktidarlar onları her zaman ezecek. Altlarında kaldığımız hâlde iştahları kesilmeyecek!”

Ayrıntıları incelemek ve basit şeyler üzerine uzunca düşünmek; şizofreni alameti… Son keşfim, bazı klimaların suyunun aktığı yere denk gelen çiçekler… Klimanın akan suyunun olduğu yerdeki çiçekler daha canlı. Oraya denk gelmeyenler ise daha solgun ve daha ufak. Belki yeterince büyümeden üzerinden bir kedi geçmiş… İnsanlar da böyle, o klima suyu bazen üzerlerine denk gelir. Ve benim gibi biri çıkar, o hortumun yerini değiştirir; doğal akış bozulur. Diğer taraftaki çimler de büyür ve eşitlik sandığım şey aslında büyük bir faciadır. Çünkü o hortum biraz daha sola kaydığı için akan su, rüzgârın da etkisiyle, alt kattaki komşuya gelir. Komşu yukarı çıkar, pencereme neden su sıçratıyorsun, diye suçsuz adama bağırır. Adam da bunun altında kalmaz…

x

WhatsApp İhbar Hattı

+90 (553) 313 94 23