Engelliler ve düşündürdükleri
Hayatın bazı alanları, zımnen “kör bölge” ilan edilmiştir. Bunların başında engellilik ve engellilerle ilgili alan gelir. Bizzat hayatın göbeğinde, “sınav verilen bir hayat”ın üzerine yazı yazmanın zorluğunun farkındayım. “Engelli” olarak kabul etmediğim bu durumdaki kardeşlerimizle hissiyatımı bu yazı vesilesiyle paylaşmak istiyorum.
ONLARA nasıl yaklaşmalıyız?
Hiçbir din ve millet ayırımı olmaksızın bütün toplumların ilgilendiği, anlamaya ve anlamlandırmaya çalıştığı engellilik bugün daha da önem kazanmıştır. Gelecekte de insanlığın ve insan haklarının gündeminde olacağına inandığımız engellilik meselesi devamlı gündemde tutulmalı, mutlaka “ne yapılmalı?”sualine, gerek ferdî, gerek sosyal gerekse kurumsal olarak cevap verilmeli, yakın, orta ve uzak hedefler tesbit edilip uygulamaya konulmalıdır. Zaman zaman insan aklını ve kudretini aşan engellilik olgusunu yine aynı insan aklı ile anlamaya çalışmak pek kolay değildir. Bu zorluk bilinerek bu durumdaki insanlarımızın dertlerine deva olunacak hizmetler verilmeli. Engellilik vak’asının, insanlığın bugününe ve yarınına bakan bir yönü olduğu unutulmamalı. Kendini anlama ve anlamlandırma çabası içinde olan engelli insanlarımıza nasıl yaklaşmamız, onlara maddî-mânevî nasıl yardımcı olmamız hususuna kafa yormamız gerekmektedir. Senenin bir gününe tahsis edilecek ‘engelliler günü’ göstermelik, istismara açık faaliyetler, ödüller, merasimler acımıza, çâresizliğimize, verdiğimiz ‘sınav’a karşı yeterli midir? Bu ülkenin % 12’sinin engelli olduğunu biliyor muydunuz? Peki bu kadar kalabalık bir nüfusun problemleri konusunda, onların ailelerinin, akrabalarının, çevrelerinin dertleriyle, problemleriyle, ilgili muhtevalı yüzlerce kitap yazılması, konferanslar, seminerler verilmesi, ilmî-fikrî çalışmalar yapılması gerekmez miydi? Ne yazık ki yok denecek kadar az. Bu kadarı da sadra şifa değil. Kendimizin, çoluk-çocuğumuzun sakat kalmama garantisi var mı? Yoksa hemen herkes birer “potansiyel engelli” değil mi? O halde engellilerle münasebetlerimiz ne merkezde? Onları görünce yolumuzu mu değiştiriyoruz, yardımcı mı oluyoruz? Ya onların ebeveynleri. Bitmez tükenmez sabırları, tahammülleri, şefkatleri, merhametleri… Eksilmeyen tebessümleri, her an hizmete âmâde halleri birer “şahsiyet âbidesi” duruşları… Asıl noksanlık, engellilik, sakatlık, bu hakikatleri anlamaktan âciz olmaktır.
Dinimizin engelliye bakışı
Bu konuyu araştırırken Kur’an’ın kendine has bir “engelli tasavvuru” olduğunu fark ettim. Kur’an’a göre baş gözü görmeyen, baş kulağı duymayan, baş dili konuşmayan, beden eli, ayağı tutmayan “engelli” sayılmamaktadır. Ancak Hakkı görmeyen, duymayan, söylemeyen “engelli” sayılmaktadır. “Sağırdırlar, dilsizdirler, kördürler; göremezler” gibi ayetlerin ifade ettiği hakikat budur.
İşte âmâ, işte Peygamber
Vahiy; fiziki engeli, engellilik olarak görmez. O insanın “manevi bedenine” ait engellerle (özürlerle) ilgilenir ve asıl özür olarak onları görür. Bu yolla muhatabında farklı bir “engellilik tasavvuru” inşa eder. Mesela “Sağırdırlar, dilsizdirler, kördürler; artık göremezler” der. Buradaki “sağır, dilsiz, kör” tabiî ki baş kulağı, dili ve gözü değil, gönül kulağı, dili ve gözüdür. İşte bir başka ayet: “Gözler kör olmaz, kör olan göğüslerdeki kalplerdir”. Onun için, Mekke’nin ileri gelenlerine İslam’ı tebliğ ederken kendisine gelip soru soran bir âmâ ile ilgilenmeyen Peygamber Efendimiz tatlı-sert bir üslupla uyarılır: “Kendisine âmâ gelince, yüzünü astı ve başını çevirdi: Nereden biliyorsun; belki de o arınacaktı; veya öğüt verilecek ve verilen öğüt kendisine faydalı olacaktı?” Bu âyetlerden sonra Peygamberimiz bu zâtı gördüğünde. “Rabbimin beni ikazına vesile olan zat gel seni bir kucaklayayım” diyerek bu şahsa sarılıp kucaklamıştır. İşbu ayetlerin kendisi sebebiyle indiği “Ümmi Mektum” künyeli Abdullah b. Şureyh, Peygamber Efendimiz tarafından bir savaş sırasında Medine’ye vali olarak tayin edilecektir. Bu vekalet, bir tür Peygamberimizin yöneticilik makamına vekalettir. İşte âmâ, işte Peygamber...
Tutun ki zeka özürlü bir yavruyla imtihan edildiniz. Olur ya, imtihan dünyası bu, bırakın doğacak olanı, sizin, bizim, hiçbirimizin doğduğumuzda sahip olduklarımızla öleceğimize dair bir garantimiz var mı? Özürsüzler Allah’ın kendilerine ihsan ettiği nimetin kadr u kıymetini biliyorlar mı? Nice körler vardır ki, kalp gözü bin gözün göremediğini görür. Nice sağırlar vardır ki, kalp kulağıyla sessizliğin sesini işitir. Nice dilsizler vardır ki, kalp diliyle sesini kainata işittirir. Kalpsizin çıkış yolu yoktur. O iflah olmaz. Kim ödedi gözünün, kulağının, elinin, ayağının, aklının ve ruhunun bedelini? Hiç kimse.
Sınavdayız
Siz sınavda, soruların cevap anahtarıyla dağıtıldığını gördünüz mü? Öğrencilerin soruları zor bulup soruların değiştirilme taleplerinin kaale alındığını gördünüz mü? Adı üstünde “sınav”dasınız! Dünya da bir “imtihan salonu”dur. Sınanmak kaderimizdir. Birbirimizle sınanırız, kendimizle sınanırız. Bazen fazlamızla sınanırız, bazen noksanımızla… Bununla ilgili geçmişte okuduğum, konumuzla da irtibatı olan bir “ders” niteliğindeki kısa hikayeyi hatırımda kaldığı kadarıyla nakletmeye çalışacağım.
Kim daha iyi görüyor?
“Yaşlı bir adam, ilk defa gittiği küçük bir kasabada şaşkın şaşkın gezindikten sonra yol kenarında duran bir arabanın yanına sokulmuş ve arka koltukta tek başına oturan çocuğa:
-Buraların yabancısıyım, demiş. Parkın hemen yanı başındaki fırını arıyorum, çok yakın olduğunu söylediler.
Çocuk, arabanın penceresini iyice açtıktan sonra:
-Ben de buraya ilk defa geliyorum, diye cevap vererek devam etmiş.
- Ama sağ tarafa gitmeniz gerekiyor herhalde.
-Ihlamur çiçeklerinin kokusunu duymuyor musunuz? Diye gülümsemiş. Kuş cıvıltıları da oradan geliyor zaten.
- İyi ama demiş adam, bunların parktan değil de tek bir ağaçtan gelmediği ne malûm?
-Tek bir ağaçtan bu kadar yoğun koku gelmez, diye atılmış çocuk. Üstelik, manolyalar da katılıyor onlara. Hem biraz derin nefes alırsanız, fırından yeni çıkmış ekmeklerin kokusunu duyacaksınız.
Adam, gözlerini hafifçe kısarak denileni yaptıktan sonra cebinden bir kağıt para çıkartıp, çocuğa teşekkür ederken fark etmiş onun kör olduğunu. Çocuk ise konuşurken bir anda adamın sözlerini yarıda kesmesinden anlamış, kendisinin durumunu fark ettiğini.
Işığa hasret gözlerini ondan saklamaya çalışırken:
-Üç yıl önce bir kaza geçirmiştim, demiş, görmeyi o kadar çok özledim ki.
Sizinkiler sağlam öyle değil mi?
Adam, çocuğun tarif ettiği yerde bulunan fırına yönelirken:
-Artık emin değilim. Emin olduğum tek şey, senin benden daha iyi gördüğündür.