Fatih gibi, Ayasofya’da secdeye varmak...
“Ekânim-i Selâse Kilisesi”, Büyük Kilise” ya da “Yeni Sion Kilisesi”...
Kısacası Ayasofya... Mana olarak, “Kutsal hikmet”...
Başta Fatih Sultan Mehmed, Hocaları ve fetih ordusunun, sonra da milyonlarca Müslüman alınların tam 481 sene müddetle secde ile buluştuğu mübarek mekân...
Yıllardır mahzun, öksüz, yetim; Çünkü “müze” yapılmış, âdeta kimliksizleştirilmiş...
“Cami” bir aidiyet, bir kimliktir. Hadi diyelim ki, “kilise” de öyle; peki ya ne cami, ne kilise hali ne haldir?..
“Müze” imiş... Müze mi yoktu? Camii yahut kiliseyi “müze” yapmak, tam anlamıyla kimliksizleştirmektir!
Boşuna haykırmıyor şiirinde, cennetmekân Ali Ulvi Kurucu:
“Ürperdi hayâlim, bu nasıl korkulu rüya?..
“Şaştım, neyi temsil ediyorsun, Ayasofya?..
“Çöller gibi ıssız, ne hazin ülke muhitin,
“Yâd el gibi, yurdunda garib olmalı mıydın?..”
Fatih’in vakfı, emaneti, hediyesi, vediası Ayasofya, yıllardan beri zindan.
“Bayram, Ramazan, Cum’a, mübârek gecelerde,
“Avize değil, mum bile yanmaz mı içerde?..
Yıllardır mübarek gecelerde mum bile yanmadı Ayasofya’da. Koyu karanlıkta idam mahkümlarının kaderini yaşadı.
Anlamsız, ama derin bir hicranda yaşıyor hâlâ. Fatih’in Ak Şemseddin’in, Molla Gürani’nin ve fetih ordusunun secde ettiği zemine ayakkabılarıyla basmak zorunda bırakılan ümmetin yüreği boğuluyor!
Camiye biletle de girilmez, ayakkabılarla da!.. Çünkü camiler duvarlarla değil, secdede Allah’la buluşma yerleridir!
“Gidin Sultan Ahmed Camii’ne” diyemezsiniz, “orası daha dolmadı” biçiminde mazeret uyduramazsınız...
Zira 481 sene cami olan bina, kıyamete kadar camidir! Bu gerçeği kimse değiştiremez.
Ey bizi yönetenler: Sultan Ahmed Camii’ni adres göstereceğinize, Fatih’in emanetini kurtarın! Bu, bin yeni cami yapmaktan daha hayırlı bir hizmettir!
Belki o zaman, Fatih gibi bir Peygamber müjdesinin lâneti rahmete dönüşür ve Türkiye sıkışmışlıktan kurtulur.
Fatih Topkapı’dan şehre girişinde, onca katedrali, kiliseyi geçip boşuna mı Ayasofya’nın avlusunda atından indi?..
Öyle yaptı: Çünkü Ayasofya Osmanlı Devleti’nin kuruluş hikmetiydi. Aynı zamanda da gizli kuvveti... Enerjisini “fetih” hayalinden alarak yürüyor, yürüdükçe büyüyor ve imparatorluk burcuna Ayasofya’da yükseliyordu.
Bu tarihi olaya bizzat şahitlik eden meşhur tarihçimiz Tursun Bey, “(Padişah) Ayasofya nam kiliseyi görmeye rağbet etti” diyor...
Müverrih Âlî, “Fatih’in hemen şehre girmesindeki isticali (acelesi) Ayasofya nam kenise-i azimeyi mâbed-i ehl-i İslam etmeğe mütehâlik” (kendini tehlikeye atacak kadar acele etmek) olduğunu söylüyor.
Tursun Bey’e göre, Fatih, Ayasofya’yı baştan sona gezmiş, tarihin labirentlerine girer gibi temelindeki tünellere girmiş, “...binay-ı hasisün tevabi ve levahikin harab u yebab görmüş” (yıkık ve harap) bunun üzerine Sadî’nin meşhurFarsça beytini mırıldanmıştır:
“Perde-dârî mî küned der tâk-ı kisrâ ankebût,
“Bûm-i nevbet mî zened der kal’a-ı Efrâsiyâb.” (“Örümcek Kisrâ’nın penceresinde perdedarlık yapıyor/Baykuş Efrasiyab’ın kalesinde nöbet tutuyor”).
Ondan sonra ezan okunmuş, bu da meşhur Bizanslı tarihçi Dukas’ınkalbine fena oturmuştur. Şöyle diyor:
“Adem-i meşruiyetin veledi, Deccal’ın mübeşşiri, mihraptaki mukaddes din taşının üstüne çıkarak, namazını kıldı... Nedir bu nekbet? Heyhat, nedir bu dehşet veren acibe! Eyvah ne olacağız? Vay vay, neler görüyoruz? Altında havarilerin ve şehitlerin mübarek bakiyeleri medfun bulunan bu mukaddes mihrap üzerinde bir Türk, bu mihrabın üzerinde bir dinsiz!..”
Biz işte o mihraptan Fatih’i indirdik! Emanetine hıyanet ettik! Bedduasını umursamadık ve belki de bunca çabaya rağmen bu yüzden bir türlü belimizi doğrultamadık.
Bu sorumluluktan bir ölçüde kurtulmanın tek yolu var: Ayasofya’da tekrar secdeye kapanmak...