Sağlık hizmetine tamamen ticari bir gözle bakılabilir mi?
Şimdi, şöyle bir konuşma yapmak mümkün:
“İki eski dost yıllar sonra bir araya gelmiş bir masada karşılıklı oturmuşlardı... Belli ki zamanında birlikte çok şeyler yaşamışlardı. Görüşmedikleri dönemden de anlatacakları vardı tabii… Ama onlar sadece birbirlerinin gözlerinin içine bakıp durdular. Dakikalar sonra, birisi başını hafifçe sallayarak derinden bir iç çekti ve “Yaaa!?” dedi! Diğeri de ona karşılık verdi; “Yaa!?.”
Konuşma bu kadarmış!!!”
Şöyle bir konuşma yapmak da mümkün!
Hallac-ı Mansur “En-el Hak” dediği için kendini Müslüman sanan ham, kaba, softalar tarafından katledilmişti. Oysa o haşa “Ben Allah’ım” dememiş, “Ben Allah’tanım” demek istemişti…
Ama kanımca bu iki konuşma da uygun değil. Çünkü birincisindeki gibi sizinle çok birlikte yaşamışlığımız yok. İkincisine gelince… Ben Hallac değilim ki!..
Bir mahcup türkü vardır Anadolu’muzda; eminim çoğunuz bilirsiniz. O türküde âşık der ki:
Oy nerdesin nerdesin
Kaldır camın perdesin
Deyeceğim çok amma
Kalabalık yerdesin
Bu vakıf üniversitesinde belki de böyle bir durumdayız, bilemiyorum!.. O zaman geriye kalıyor; orta karar bir şeyler konuşmak! Olsa olsa buna biraz “incelik!” ilave edebiliriz o kadar.
Şimdi… Bizim yaptığımız iş kesinlikle bir ticaret değil ama benzerlikleri, ortak yönleri de yok değil. Ticaret, birtakım çirkinlikleri, kurnazlıkları, ayak oyunlarını içinde barındırsa da vicdanı bir kenara bırakmayı, edepten, hayâdan, ahlaktan yoksun olmayı kaldıramaz. Yani belli sınırları vardır. O sınırlar aşıldığında da iş süflileşir ve bu durumlarda, sistem sizi, eninde sonunda, bir şekilde dışarı atar. Evet, ticarette böyledir, ya bizim meslekte?
Bizim meslekte sadece ticaretteki bu düsturlar değil daha ilerisi de vardır, olmak zorundadır. Bu noktada sizlere Mazhar Osman’ı tanıtmak isterim:
- O ölümünden 33 yıl sonra Cumhuriyet Tıp Ödülü’nü almış bir altın insandır.
- Biz öğrencilerine, “Şöhreti, serveti huzur, şeref ve haysiyetinizle asla değiştirmeyin; mevki ve ikbal için kimseye boyun eğmeyin; namuslu, hür ve cesur olun ki bunun zevki ölçüsüzdür; korkak olmayın, korkaklar ezilir. Kendinizi asla ezdirmeyin, kimse size acıma ihtiyacı duymasın. ‘Sağlık, terbiye, namus’ üç önemli kıymettir. Sağlık tabiatın mirası olabilir, geniş anlamda terbiye ise medeni cesaret kadar her kıymeti kapsar. Namus da hayat yolundaki benliğimizdir” derdi.
- Ölüm döşeğindeyken, oğluna; “Sevgili oğlum, hayatta ne olacaksan ol parayı hâkir gör, şöhretten iğren ama daima dik yürü ve iyi bir insan ol…” diye nasihat etmişti.
- Ve küçük bir hatırlatma daha… Büyük Hocanın en çok sevdiği yemek “peynir-ekmek” idi!
Şimdi, bir insanın en çok sevdiği yemek ya da hayattan maddi olarak beklediği tek şey “peynir-ekmek” olduktan sonra nasıl özgür ol(a)maz ki? Kime ne diye boyun eğsin, niçin kul köle olsun?.. Demek ki özgürlüğümüzü kısıtlayan, onurlu bir hayat yaşamamızı engelleyen öncelikle başkalarının gücü-baskısı filan değil bizatihi kendimiziz aslında.
Gerçekten malın-mülkün, makamın-mevkiinin, kısaca dünya varlığının sandığımız kadar kıymeti yoktur. Bu konuda Hz. Mevlâna der ki; “Altın ne oluyor, can ne oluyor, inci, mercan da nedir bir sevgiye harcanmadıktan, bir sevgiliye feda edilmedikten sonra.”
Bütün bunların tamamen gereksiz olduğunu da savunmuyor aslında; “sevgi” için olacaksa, sevilen için harcanacaksa “olabilir, olsun” diyor… “Ekmeği öğrendim, sonra barış için ekmeğin bolca üretilmesi gerektiğini, sonra da ekmeği hakça bölüşmenin bolca üretmek kadar önemli olduğunu öğrendim” derken de yine “barış” için “olsun” diyor… “Namus önemli”, onun için de “olsun” diyor ve bunu “Namusun önemini öğrendim evde, sonra yoksundan namus beklemenin namussuzluk olduğunu, gerçek namusun, günah elinin altındayken ona el sürmemek olduğunu öğrendim” sözleriyle dile getiriyor… Bunlara, meslek namusu, iş ahlakı da eklenebilir elbette.
Mevlâna bunları korumak için anahtar da veriyor; “Dünyaya tek başına meydan okumayı öğrendim genç yaşta… Sonra kalabalıklarla birlikte yürümek gerektiğini… Sonra da asıl yürüyüşün kalabalıklara karşı olması gerektiğini.”
Ama bütün bunlar da olsa gerçeğin bambaşka bir şey olduğunu söylüyor Mevlâna: “Gerçeği öğrendim bir gün… Ve gerçeğin acı olduğunu… Sonra, dozunda acının, yemeğe olduğu kadar hayata da ‘lezzet’ kattığını öğrendim… Ve her canlının ölümü tadacağını, ama sadece bazılarının hayatı tadacağını öğrendim.” Ve sonunda gelip işi dostluğa bağlıyor, dosta yaslanıyor: Ben dostlarımı ne kalbimle severim, ne de aklımla. Olur ya; kalp durur, akıl unutur… Ben dostlarımı, ruhumla severim; o ne durur, ne de unutur.
Bu bâb da son olarak… Süleyman Demirel’e atfedilen bir kıssadan bahsedeceğim:
Demirel çok güvendiği bir dostundan fena kazık yemişti. Bu ihanet derinden etkilemişti onu. Yapılanlar kendisine anlatıldığında cevabı şu oldu: “Yüreğim Karaca Ahmet’tir. Ona da bir yer bulunur.”
Evet, çocuklar, bugün göreve başlayalı tam bir yıl oldu… Bizim meslek böyle bir şey işte!..
(*) Bir Tıp Fakültesi Dekanının yıldönümünde öğrencilere yaptığı konuşmadan.
Not: Geçen hafta emanetini sahibine teslim eden ümmetin delikanlı sesi Hasan Karakaya üstada sonsuz rahmet diliyor, ailesine, sevenlerine sabr-ı cemil niyaz ediyorum. Mekânı cennet olsun.