El Kudsü lena... Canımız kanımız Kudüs... Ve bir anı...
Kenan illeri...
Peygamberimiz’in (sav) Mirac’a yükseldiği yerin adı...
Kenan illeri...
Hz. İsa’nın (as) göğe çekildiği yerin adı...
Kenan illeri...
Cömertlik timsali Halil İbrahim’in (as) medfun olduğu yerin adı...
Kenan illeri...
Mescidi Aksa’yı ilk inşa eden, rüzgara ve cinlere hükmeden Hz. Süleyman’ın (as) diyarı...
Bugünkü adıyla Filistin toprakları...
1948’yılından beri Siyonist İsrail’in boyunduruğu altında, yüzbinlerce Müslüman’ın yıllardır inim inim inlediği o mukaddes beldenin adı...
Yıllar önce, her dönemde ilgi odağı ve önemli bir merkez olmuş ve bundan dolayı da tarih boyunca 40 kez kuşatılmış, 26 defa el değiştirmiş mukaddes şehir Kudüs’ü ilk gördüğümde Merhum Akif İnan Ağabeyimiz’in;
‘Mescid-i Aksa’yı gördüm düşümde
Bir çocuk gibiydi ve ağlıyordu.
Varıp eşiğine alnımı koydum.
Sanki bir yeraltı nehri kaynıyordu.
Gözlerim yollarda, bekler dururum
‘Nerde kardeşlerim’ diyordu bir ses.
İlk kıblesi benim ulu Nebimin
Unuttu mu bunu acaba herkes...’
‘Mescid-i Aksa’ şiiri aklıma gelince duygulanmış ve ağlamıştım...
Kenan illerin dün de mahzundu bugün de...
‘KUDÜS ŞAİRİ’NE BÜYÜK VEFA
Akif inan Ağabeyimizin ‘vefalı dostları’ dün olduğu gibi bugün de yalnız bırakmadı ‘Kudüs Şairi’ni...
Eğitim Bir-Sen, Mehmet Akif İnan anısına ‘Kendi Sesinden Şiirler’, ‘Bestelenmiş Şiirler’, ‘Ezgi ve Şiirler’den oluşan 3 CD’lik ‘Mehmet Akif İnan Vefa Albümü’ adı altında çok güzel bir çalışma yapmış...
CD’nin üzerinde de 1940 yılında doğan ve 2000 yılında ahirete irtihal eden Mehmet Akif İnan Ağabey’in şu sözü kulaklara küpe olmalı:
Bütün giysileri yırtsak yeridir/ Yeter bizi vefa elbiseleri..
İşte size Memur-Sen Genel Başkanı Ahmet Gündoğdu’nun ağzından üç beş cümleyle Mehmet Akif İnan: “Milletin inancına ve değerlerine önem veren sendikacılığın temelini atan adam... Kendisini milletine ve ülkesinin hizmetine adamış, dava adamı, şair, yazar, düşünür önemli bir aksiyon adamı...”
6 Ocak’ta ‘Kudüs Şairi Mehmet Akif İnan’ı rahmetle andık...
Allah rahmet eylesin; makamı Cennet olsun...
******
YENİ BİR KANUNİ, YENİ BİR SELAHADDİN EYYUBİ BEKLİYOR
Kudüs’e gittiğimde o gün şöyle dua etmiştim...
“Yarabbi bu mukaddes mabedi ve Kudüs’ü İsrail zulmünden kurtar....
Bu mukaddes mabedi İsrail askerlerinin postalları altında ezdirme Allah’ım...
Allah’ım; huzuruna bu utançla, bu mahcubiyetle çağırma bizleri...
Müslümanlara basiret ver Allah’ım...
Buraya yeni bir Hz. Davut (as) gönder, yeni bir Hz. Ömer (ra) gönder, yeni bir Yavuz Sultan Selim gönder, yeni bir Selahaddin Eyyubi gönder, yeni bir kurtarıcı gönder ki, Kudüs yeniden eski günlerine dönsün, yeniden huzur ve barışın kenti olsun...”
Bugün de aynı duayı tekrarlıyor ve ‘amin’ diyor ve ekliyorum: “El Kudsü lena...” Canımız, kanımız Kudüs bizimdir...
ORTADOĞU’DA BARIŞIN YOLU; BAŞKENTİ DOĞU KUDÜS OLAN FİLİSTİN
Cumhurbaşkanı Erdoğan da, Filistin Halkıyla Uluslararası Dayanışma Günü’nde, Filistinlilere yönelik ayrımcılık politikalarının artarak devam ettiğine dikkat çekerek şunları söylemişti: “1948 yılından bu yana, Filistinli kardeşlerimize yönelik baskı, tehcir ve ayrımcılık politikaları maalesef artarak devam etti. Bizim beklentimiz, tarihi olarak Filistinli kardeşlerimize ait olan toprakların iadesi için gereken adımların derhal atılmasıdır.
Ortadoğu’da kalıcı barış için tek yol, 1967 sınırları temelinde, başkenti Doğu Kudüs olan bağımsız bir Filistin devletinin kurulmasıdır. 400 yıl Kudüs’e adaletle hizmet etme bahtiyarlığına nail olan bir ecdadın torunları olarak, bizler her zaman Filistin’in yanında olacağız.”
SON SÖZ;
Peygamberlerin vatanı, Müslümanların ilk mescidi, Kudüs’e sahip çıkmak tüm ümmetin mesuliyeti altındadır...
Onun için de; Peygamberimizin “Yalnız üç mescide ziyaret için gidilir: Mescid-i Haram, Mescid-i Aksa ve benim bu mescidim (yani Mescid-i Nebi)” buyurarak methettiği Müslümanların ilk kıblesi Mescid-i Aksa’ya sahip çıkalım...
Selam ve dua ile kalın...
Allah’a emanet olun...
Bardakçı: Vatanıma ihanet etmedim
Yıl 1992...
O yıllarda Zaman Gazetesi’nde çalışıyordum...
Almanya’ya gittim ve orada bir ay kaldım...
Gazeteci Murat Bardakçı’nın babası İlhan Bardakçı, (İlhan Murat) mahlasıyla o dönemde Zaman Gazetesi’nde ‘Tarihten Bugüne’ isimli bir köşede yazı yazıyordu...
Zaman ve Milli Gazete o dönemde Frankfurt’ta Tercüman tesislerinde basılıyordu...
İlhan Bardakçı ile orada tanıştım...
İlk konuşmamızda ‘iyi bir hatip naif bir insan olduğu’ intibaını edindim...
Hani biz de bir tabir vardır ya; ‘Tam bir İstanbul beyefendisi’ aynen öyle...
Bundan dolayı da kendisine ‘İlhan Abi’ diye hitap etmeye başladım...
Kendisini gıyaben tanıyordum...
Böylece yüz yüze tanışma fırsatı buldum...
Aradan birkaç gün geçtikçe oturup daha uzun uzun konuşmalara başladık...
İlhan Abi; benim buraya gelişim malum gazete için; ‘ya siz neden buradasınız’ diye sordum...
O konuştu ben de dinledim...
İlhan Abi o günlerde hatırladığım kadarıyla çok üzgün ve biraz da mahcup edayla, Almanya’ya gelişini şöyle anlatmıştı: “Türkiye hakkında 1985’te bilgi ve belgeleri Irak ve Libya’ya sızdırdığım iddia edildi. Bundan dolayı Ankara Sıkıyönetim Komutanlığı 1 Numaralı Askeri Mahkemesince ‘vatana ihanet’ suçundan tutuklandım. 15 yıla mahkum olunca da Almanya’ya yerleştim...”
Bu sözler o günlerde gazetelere de buna benzer sözlerle yansımıştı; tek farkla ‘İlhan Bardakçı Almanya’ya kaçtı...’
“Kaçma kelimesini asla kabul etmiyorum” diyerek o gün haberleri bu şekilde verenlere de ‘Kim ister vatanından ayrılmayı’ ifadelerini kullanarak sitemde bulunmuştu...
Çok sayıda kitabı olduğunu bildiğimiz İlhan Bardakçı, çok büyük bir kütüphanesi olduğunu da anlatmıştı bana...
Ve ben de sormuştum... ‘Ne yapacaksın o kütüphaneyi’ diye...
O da ‘Fransızlara bağışlayacağım’ demişti...
Nedenini sormamıştım...
O gün bugün hiç araştırmadım ve kimselere de sormadım...
Yani o kütüphanenin nerede olduğunu bilmiyorum açıkçası...
Ailesi son arzusunu yerine getirmek için 2001’de dönemin Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer’den affedilmesi için başvuruda bulundu...
Ama nafile...
78 yaşındaki İlhan Abi, 27 Şubat 2001’de vatan hasretiyle yanıp tutuştuğu memleketinden uzakta, Almanya’da dar-ı bekaya irtihal etti...
Bardakçı, Almanya’da, Avrupa Türk-İslam Birliği (ATİB) ve Türk Federasyon temsilcileri tarafından toprağa verildi...
Belli ki İlhan Ağabey doğduğu topraklarda gömülmek istemiş.. Ama bundan bir sonuç alamamış...
Allah rahmet eylesin...
Makamı Cennet olsun
Tüm bunları niçin yazdım...
Geçtiğimiz günlerde bir okurum, İlhan Bardakçı’nın bundan tam 44 yıl önce Kudüs’te yaşadığı bir olayı ele alan yazısını göndermişti...
Benim ve benim gibi onu takip edenlerin birçoğunun belki okuduğu-unuttuğu- ve eminim duygulandığı o yazıyı sizlerle paylaşmak istedim...
Buyurun birlikte okuyalım...
MESCİD-İ AKSA’DA NÖBETİ SÜRDÜREN SON OSMANLI
Yıllar önceydi, sene 1972
O zamanlar genç bir gazeteciydim. Türkiye’den bazı siyasiler ve işadamları İsrail’e resmi ziyarette bulunuyorlardı. Biz de gelişmeleri izlemek için oradaydık. Bir sıcak mayıs akşamıydı. Her ziyarette olduğu gibi sıradan bir işti anlayacağınız.
Ziyaretin dördüncü günü bize tarihi ve turistik yerleri gezdirmeye başladılar; kafile olarak Mescid-i Aksa’ya vardık. Heyecanlanmıştım asırlık merdivenlerden yukarı çıkarken. Üstteki avluya ‘on iki bin şamdanlı avlu’ diyorlar. Yavuz Sultan Selim Han, Kudüs’e gelince bu avluda on iki bin şamdan mum yaktırmış. Koca Osmanlı ordusu yatsı namazını o mumların ışığında kılmış, adı oradan geliyor.
Avlunun kenarında biri dikkatimi çekti. Doksan yaşlarında bir adam... Üzerinde kendinden daha yaşlı bir asker üniforması; her yanı yama içinde, hatta bazı yamaların bile tekrar yamanmış olduğu bir elbise... Asırlık ağaçların gövdesindeki halkalar misali yamaları yaşını göstermeye çalışıyordu sanki.
Orada ayakta bekliyordu, sırtına zorla yapıştırılmış gibi duran hafif kamburu da olmasa dimdik duracaktı. İki metreye yakın boyu ile yaşlıydı ama bir o kadar da vakur. Şaşırmıştım.
‘Acaba bu adam bu sıcakta güneş altında neden dikilip duruyor’ dedim içimden. Bizi gezdiren rehbere sordum; ‘Ben kendimi bildim bileli her gün buraya gelir. Akşama kadar bekler. Ne kimseyi dinler, ne de kimseyle konuşur. Sadece bekler, delinin teki herhalde’ dedi. Bu yaşta bu sıcakta sebepsiz beklemeyeceğini biliyordum. Bembeyaz sakalının hafif titremesi rüzgardan mıydı, senelerin bedene yüklediği ağır yükten mi bilemedim. Kafasında eski bir kalpak, sanki kanatlanıp gidecek bir kumru misali bekliyordu.
Konuşmakla konuşmamak arasında kararsız kaldım. Yanına yaklaştığımı fark etti, ama kımıldamadı. ‘Selamün aleyküm baba’ dedim. Başını biraz bana doğru çevirdi, durakladı ve çatallanmış titrek bir sesle “Aleyküm selam oğul” dedi. ‘Hayırdır baba sen kimsin, burada ne yapıyorsun?’ dedim. “Ben...” dedi titreyen bir sesle. “Ben, Osmanlı Ordusu, Yirminci Kolordu, Otuz Altıncı Tabur, Sekizinci Bölük, On Birinci Ağır Makineli Tüfek Takımı Komutanı Onbaşı Hasan’ım.” Sesinde titreme kalmamıştı. Genç bir askerin tekmil vermesi gibi tekrarladı: “Ben Iğdırlı Onbaşı Hasan’ım. Bizim bölük Cihan Harbi’nde Kanal Cephesi’nden İngiliz’e saldırdı. Cânım ordu Kanal’da yenildi. Artık geri çekilmek elzem idi. Ecdat yadigârı topraklar bir bir elden gidiyordu. İngiliz, sonra Kudüs’e dayandı, şehri işgal etti. Biz de Kudüs’te artçı bölük olarak bırakıldık” dedi.
Osmanlılar, İngiliz girinceye kadar geçen zaman içinde mübarek belde yağmalanmasın diye oraya bir artçı bölük bırakır. Eskiden bir kenti ele geçiren devlet, asayiş görevi yapan yenik ordu askerlerine esir muamelesi yapmazmış. Zaten İngilizler de Kudüs’ü işgal ettikleri zaman halk çok tepki göstermesin diye küçük bir Osmanlı birliğinin şehirde kalmasını istemişler.
Sonra anlatmayı sürdürdü: “Bizim artçı bölük elli üç neferdi. Mütarekeden (Mondros Ateşkesi) sonra ordunun terhis edildiği haberi geldi. Başımızda kolağamız (yüzbaşı) vardı. ‘Aslanlarım, devletimiz müşkül vaziyettedir. Şanlı ordumuzu terhis ediyorlar, beni İstanbul’a çağırıyorlar. Gitmem gerek, gitmezsem mütareke emrini çiğnemiş, emre itaatsizlik etmiş olurum. İçinizden isteyen memleketine avdet edebilir, ama beni dinlerseniz sizden tek isteğim var: Kudüs bize Sultan Selim Han Hazretleri’nin yadigârıdır. Siz burada nöbeti sürdürün. Sonra halk ‘Osmanlı da gitti, bundan sonra bizim halimiz nice olur!’ demesin. Fahri Kâinat Efendimiz’in ilk kıblesini Osmanlı da terk ederse gâvura bayramdır. Siz, İslam’ın şerefini, Osmanlı’nın şanını ayaklar altına aldırmayın’ dedi.
Bölüğümüz Kudüs’te kaldı. Sonra upuzun yıllar bir anda bitiverdi. Bölükteki kardeşler teker teker Cenab-ı Hakk’ın rahmetine kavuştu. Düşman değil de yıllar biçti geçti bizi. Bir ben kaldım buralarda. Bir ben, koca Kudüs’te bir Onbaşı Hasan” dedi.
Alnından akan ter, gözyaşına karışıyor, kırış kırış olmuş yüzünde kendi yol bulup akıyordu. Konuşmaya devam etti: “Sana bir emanet var oğul, nice yıldır saklarım. Emaneti yerine teslim eden mi?” dedi. ‘Elbette’ dedim. Sanki Türkiye’ye haber göndermek için birini bekliyordu. “Anadolu’ya vardığında yolun Tokat sancağına düşerse, Mescid-i Aksa’ya beni nöbetçi bırakıp burayı bana emanet eden kolağam Mustafa Kumandanımın yanına git. Ellerinden benim için öp ve de ki: ‘Kudüs’ü bekleyen 11. Makineli Takım Komutanı Iğdırlı Onbaşı Hasan o günden bu yana bıraktığın yerde nöbetinin başındadır. Nöbetini terk etmedi, tekmili tamamdır hayır dualarınızı beklemektedir kumandanım.’ de.” ‘Tamam’, dedim. Bir yandan gözyaşlarımı gizlemeye, öte yandan dediklerini not almaya çalışıyordum.
Nasırlı ellerine sarıldım sonra öptüm öptüm. ‘Allah’a emanet ol baba’ dedim. “Sağ olasın oğul. Bizim için dünya gözü ile o mübarek Anadolu’yu görmek mümkün değil. Var sen selam götür tanıdık tanımadık herkese” dedi. Kafileye geri döndüm, sanki bütün tarihimiz kitaplardan canlanmış da karşıma çıkmıştı. Rehbere durumu anlattım, inanamadı. Adresimi verdim, bu askeri takip etmesini, bir şey olursa bana mutlaka haber etmesini istedim.
Türkiye’ye gelince verdiğim sözü yerine getirmek için Tokat’a gittim. Askerî kayıtlardan Kolağası Mustafa Efendi’nin izini buldum. Vefat edeli yıllar olmuştu. Sözümü yerine getirememiştim. Ardından seneler birbirini kovaladı. 1982’de bir gün ajansa geldiğimde bir telgrafım olduğunu söylediler. Rehberden gelen bir tek cümle yazılıydı:
“Mescid-i Aksa’yı bekleyen son Osmanlı askeri bugün öldü.”