Yılbaşı
Yılbaşı
ALİ OSMAN AYDIN
Yeni yıla doğru giderken, her yanda, yeni yıla dair süslemelerle karşılaşıyoruz. Bir büyük bayramın yaklaştığına dair bir hava esiyor bulvarlarda. Her yer rengarenk, her yer ışıl ışıl. Her yer derken elbette mağazaları kastediyorum. Çünkü yeni yıl da tıpkı anneler günü, sevgililer günü gibi kapitalizmi icat eden kültürün bir çocuğu.
Yılbaşı kutlamaları, bizim gibi ‘80 kuşağı için yalnızca bir kesimin kutladığı bir şeydi. Yalnızca yeni yılda TRT’de kutlama programının yapıldığını hatırlıyorum o zamandan.
Zannediyorum bu etki, daha önce, mesela 70’lerde, bizim çocukluğumuzdakinden daha zayıftı toplumda. 90’larda ise bu eğilim kuvvetlendi ve 80’leri bariz bir şekilde geçti. 2000’lerden sonra, internetin de yaygınlaşmasıyla bir sel gibi hızla ve yıkarak toplumu etkisi altına aldı.
70’ler demişken, mesela Yeşilçam sinemasında da yılbaşı kutlamalarına dair pek sahne görmeyiz. Genelde kentli ailelerin seküler yaşantılarına özgü olmak üzere sadece doğum günü kutlamaları girer kadraja zaman zaman. Yaygın değildir. Alt sınıflarda yoktur mesela.
Ama bildiğimiz anlamda yılbaşı kutlamasına yeni dönemler hariç pek rastlanmaz. Süslü çam ağaçları, hediyeleşmeler, kırmızı çoraplar, noel baba figürleri Türk sinemasının klasik döneminde karşılaşılan şeyler değildir. Bu da ilginçtir. Ve bu Yeşilçam’da Batı etkisinin olmadığı anlamına gelmez elbette. Yeşilçam’ın Batı kültürü ile ne kadar içli dışlı olduğu apayrı bir yazı konusudur.
Bugünkü mevcut durumda artık yeni yıl kutlamaları, mağazalarda ve AVM’lerde süslenmiş çam ağaçları, şehrin arka mahallelerinde bile vitrin camından göz kırpan yılbaşı imajları gayet olağan şeyler olarak görülüyor. Kanıksamaktan da öte, “ne var bunda tabii ki kutluyorum!” tarzında bir durum var.
Hatta öyle bir durumdayız ki, başınıza bir iş gelmesini istemiyorsanız bu konuda ima yollu bir eleştiriden bile uzak durmalısınız.
Sosyolojinin büyük isimlerinden Gabriel Tarde, taklidin tek başına toplumu inşa ettiğini söylüyordu. Tarde’a göre toplum, taklit ile vücut buluyordu.
Türkiye’nin Batı adetlerini taklide karşı kendini kaybedercesine iştahlı oluşu yüzeysel olarak değerlendirilecek bir şey değil.
Bana kalırsa bu taklitçiliğin toplumumuzun öteden beri güce duyduğu hayranlıkla bağlantısı olabilir. Batı adetlerinin kapış kapış edilmesi, başlarda gezdirilmesi, adete konu olan şeyin faydasından değil; adeti üreten toplumun sahip olduğu güçten kaynaklanıyor olabilir. Onu meşru kılan, bir norm haline getiren arkasındaki güç olabilir.
Şayet güçlü standartlara sahip olanlar Müslüman ülkeler olsaydı muhtemelen Türkiye’de hiç kimse İslam dinine bu kadar fütursuzca saldırmayacaktı. Zayıf olan Hristiyan Avrupa olsaydı insanlar Hristiyanların “adetlerini” yerden yere vuracaklardı.
Dini sembol ve imajlara tiksinti ile bakan bazı kimselerin yılbaşı kutlamalarına dair her şeyi canhıraş savunması size de tuhaf gelmiyor mu?
Ayrıca burada doğruyu veya yanlışı gücü kimin elinde bulundurduğuna göre belirleyen bir düşünce biçimi yok mu?
Yani bir şey, sahip olduğu hususiyetler açısından değil de, ona sahip olanın kimliğinden dolayı meşru kabul ediliyorsa, bir şeyin doğruluğunu onu eyleyenin gücü, iktidarı, kahru galebesi belirliyorsa… Ortada büyük bir ahlaki sorun var demektir.
Şöyle de bir durum var: Bir başka kültürün adet ve örfüne dört elle sarılmak kimlikle ilgili derin problemleri de ifşa ediyor sanki. Meselenin asıl düğümlendiği yer de burası bence.
Toplumumuzun kendisi olmaktan duyduğu utanç onu başka kültürlerin esiri yapıyor. Bu toplum kendisi olmaktan utanıyor. Bunu bilinçli mi yapıyor, yoksa Tanzimat ve Kemalizm tazyikiyle utanması gerektiği öğretildiği için- Tarde’nın dediği gibi- takliden mi utanıyor bilemiyorum. Fakat açıkça görüyorum ki, bu toplumda Türk kimliğine dair çoğu şey rahatlıkla, hiçbir mukavemetle karşılaşmaksızın tahkir ve tezyif edilirken, Batı’nın adet ve örfüne genel olarak itibar ediliyor. Türk kültürü nedir, nerede başlar; Batı kültürü nedir ve nerede biter belli değil. Yılbaşı arifesinde İstanbul’da bir AVM ile Amsterdam’da bir AVM arasında yedi fark var mıdır acaba?
Frederic Charles Bartlett, “her kültürün kendisini diğerlerinden ayırt etmek hususunda sembolik değeri olan unsurlar vardır ve bunlar kültürün sert unsurlarıdır” der.
Kültürün sert unsurları bir kültürü diğerinden ayırır.
Bu unsurlar serttir çünkü kültürün içinde yaşadığı toplum bu unsurları müdafaa eder. Bu unsurların üzerine titrer. Çünkü bu unsurlar onun kimliğini oluşturan, değişime en dirençli unsurlardır.
Durmuş Hocaoğlu, kültürün sert unsurlarının amacının “toplumsal benlik bilincinin sürekliliğini sağlamak” olduğunu söyler.
Tanzimat döneminde Avrupa’ya tahsile giden insanımızın büyük kısmı, bütün kültürel güzelliklerinden sıyrılıp bir Batılıya dönüşerek, Türk toplumuna düşman olarak döndüler. Ama buna karşılık, aynı şeyi yapan Japonlar, kendi örf adetlerinde, edebiyatlarında, akidelerinde bizle mukayese edilmeyecek kadar ısrarcı olmaya devam ettiler.
Bence Türk toplumunun, kendi benliği ve kültürüyle var olma iddiasının neden bu kadar zayıf olduğunu düşünmek gerekir. Yılbaşı sadece bir örnek… Kültürel bir müstemleke oluşumuz sır değil. Ama buna neden bu kadar gönüllüyüz?