Eşikler, gölgeler ve yüzleşmeler
Eşikler, gölgeler ve yüzleşmeler
AHMET CAN KARAHASANOĞLU
Her şey kapı eşiğinde başlar. İnsan ruhu, eşiğin ne tam içinde ne de tam dışında tekinsiz bir boşluktadır.
Bir ayağınız içeride, diğeri dışarıdadır; tıpkı sallanan bir sarkaç gibi iki dünya arasında gidip gelirsiniz. Acıların içinde boğulma arzusu ile hedonist bir boşluğa sürüklenme isteği arasında gidip gelirken, zihniniz bu kaosa tutarlı sebepler uydurmakla meşguldür. Kazancakis’in Allah’ın Garibi kitabındaki karakteri bile isteye acıya gark olurken, Oscar Wilde’ın Dorian Gray’i hızla hazzın karanlık dehlizlerine dalar. Her iki yöne de bakan komedyayı temsil eden bir figür vardır: Roma mitolojisindeki iki yüzlü tanrı Janus. Bir yüzü geçmişin pişmanlıklarına, diğeri geleceğin belirsiz ihtiraslarına bakar. Zamanın sürekliliği tam da bu bakışta gizlidir; her son, başka bir başlangıcın eşiğidir.
Psikiyatristler, sanki hayatın o devasa labirentini birkaç formülle çözebileceklermiş gibi bu durumlara teknik adlar verirler.
Bunlardan ilki “Foot in the door” (Ayağını kapıya koyma) yöntemidir. Her şey masum bir ricayla başlar; reddedilmesi nezaket suçu sayılacak kadar küçük bir istekle karşılaşırsınız: “Afedersiniz, saatiniz kaç acaba?”. Saati söylediğiniz anda, görünmez saplantılı mekanizmanın dişlileri dönmeye başlar.
Karşınızdaki kişi, size teşekkür ederken aslında ikinci isteği için zemin hazırlıyordur. Siz ise, zihninizdeki “iyi ve yardımsever insan” imgesini korumak adına, bir sonraki adımı atmaya mahkûm hissedersiniz. Cebinden çıkardığı buruşuk bir kâğıdı okuyamadığını söyler, sizden yardım ister. Okursunuz. Kimse sizi zorlamamıştır; kapıyı kendi ellerinizle açmışsınızdır ama o ilk itiş o kadar hafiftir ki bunu bir rüzgârın yaptığına inanmak istersiniz.
Ayağını kapıya koyma’nın tam zıttı: “Door in the face” (Surata kapı kapatma). Hiç tanımadığınız bir yabancı karşınıza çıkıp sizden imkânsız bir şey ister; büyük bir meblağ ya da fedakârlık. Bu küstah talebi reddedersiniz.
Yabancı reddedileceğini bilir. Ancak hemen ardından, az önceki adama hiç benzemeyen, daha ezilmiş ve bitkin bir ifadeyle o “makul” ricayı sunar: “En azından karnımı doyuracak kadar yardım et.” İşte o an vicdanınızın denge mekanizması çalışır ve kendinizi o yardımı yaparken bulursunuz.
Çünkü az önce kapattığınız o sert kapı, ruhunuzda telafisi imkânsız bir sızı bırakmıştır. İlişkilerin tuhaf matematiği de budur: Önce imkânsız bir “gitme” talebi, ardından gelen “sadece beş dakika dinle” atraksiyonu...
Bu yöntemleri teknik olarak kavramak kolay. Asıl korkutucu olan, bu kapıların ardında bizi neyin beklediği. Kendi kararlarımızı verdiğimizi sanırız, oysa bilinçaltının karanlık sularında sürüklenme başlamıştır. Rüyalarda devam eden o eski ilişkiler, beklenmedik anlarda karşımıza çıkan tuhaf tevafuklar... İç seslerimizin keskin yakıcılığı, biz tutarlılık aradıkça ruhumuzu usul usul eritir.
Hayat, karanlık bir mağarada el yordamıyla ilerleme döngüsüdür. Mağaranın sonunda bir kapı vardır; elimizi uzatırız ve kapıyı açtığımızı sanırız. Oysa çoktan içeri çağrılmışızdır. İçeride kiminle karşılaşırız?
Bizi terk eden o kişi mi?
En çok acı veren mi? Hayır.
O renksiz odada bekleyen, aynadaki aksinizden başkası değildir.
Peki, siz o yüzleşmeye hazır mısınız? Duyacaklarınız belki yıpratacak, belki gözyaşlarına boğacaktır; ama o eşikten bir kez geçtikten sonra, artık eski “siz” olmayacaksınız.