2010 yılında yaşanılan sel felaketi mağdurları için, Kimse Yok Mu gönüllülerin bağışlarıyla, Pakistan’ın Muzaffargarh şehrinde inşa edilen ve 296 konutun yanı sıra okul, cami ve alışveriş merkezi gibi ihtiyaçların da düşünüldüğü ve toplam 7 milyon dolara mal olan İkbaliye kasabası resmi açılışla bizim de aralarında bulunduğumuz misafirlerin de huzurunda İkbal’in torunlarına teslim edildi.
İkbaliye Kasabası
Pakistan’da 2010’da yaşanılan, iki bine yakın kişinin ölümüyle sonuçlanan ve ülkede yaklaşık 20 milyon insanı etkileyen büyük sel felaketi sonrasında hiç vakit kaybetmeden ülkeye giden Kimse Yok Mu ekibi, en acil sorun olan barınma ile ilgili ihtiyaçları yerinde tespit etmişti. Kalıcı yardım ulaştırmak amacıyla yapımı başlanan İkbaliye kasabası 296 aileye teslim edildi.
Açılışa katılan Federal Milletekili ve Pencap Eyaleti Başbakanı Muhammed Şahbaz Şerif’in oğlu Muhammed Hamza Şerif, “Türkiye ile Pakistan’ın dostluğu Keytu Dağı gibi (Pakistan’ın en yüksek dağı) engin kalacak. İkbaliye Kasabası kuru binalardan oluşan bir yer değil, burada kullanılan her malzeme Türk halkının sıcaklığını, dostluğunu gözlerinin ışıltısını yansıtıyor. Sıkıntılı anlarımızda yanımızda olan Türk insanına şükranlarımı sunuyorum” dedi. Muhammed Hamza’nın ifadesiyle Türk-Pakistan dostluğu Keytu Dağı boyunca yükseliyor. Bununla birlikte Türklerin kendi aralarında ilişkilerinin yükselişi de Hazar dalgalarına benzetilir. Hazar denizinin dalgalarının yükselişi de Türklerin bahtlarının açılışına dair bir müjde addedilir. Hazar dalgaları yükseldikte Türklerin ilişkileri de yükselmektedir. Gerçekten de İkbal’den günümüze felaketler ve yardımlaşma duyguları iki milleti birleştiriyor. Deprem ve ardından gelen sel felaketiyle birlikte iki milletin yardımlaşma duyguları yeniden kabardı ve somut olarak Pakistan’da buluştu. Pakistanlıların Kurtuluş Savaşındaki yardımları kadar olmasa bile deprem ve sel felaketlerinden sonra Anadolu’dan gelen yardımlar bir iade-i yardım olmuştur. Bunu karşılıklılık şeklinde düşünmek doğru değildir. İyiliğin karşılığı olmaz sadece hissi müşterekler olabilir. Samimiyet karşılıklılığı bertaraf eder. Samimiyet diğerkamlık ve fedakarlık gözetir. İkbaliye’nin açılışından sonra yazılı programda ikram gözüküyordu. İkramın nerede olacağını merak ederken hemen arkada paravanlarla ayrılmış olan yemekhanelere buyur ediliyoruz. İzdiham nedeniyle yemeği biraz masada biraz da ayakta atıştırdık. Burada veya Şerif’lerin çiftliğinde bir konuşmada sel felaketinden sonra bölgeye gelen Başbakan Erdoğan’ın eşi Emine Erdoğan’ın felaket karşısında gözyaşlarına boğulmasını unutamamışlar. Ama ardından Başbakan Erdoğan’ın başka bir felaket münasebetiyle; Muhammed Biltaci’nin kızı Esma’nın hunlarca şehid edilmesi karşısında ağlaması siyasi malzeme yapılmak istenmiştir. Gözyaşları bile siyaset malzemesi yapılırsa bu ülkede siyaset kurumu doğrular karşısında birleşemiyor demektir. Elbette ağlamaktan ağlamaya fark var. Timsah ve öfke gözyaşlarıyla hüzün gözyaşları farklı olmalı. İkbaliye’yi arkamızda bırakarak Multan’a doğru süzülüyoruz. Biraz sonra Multan’dayız ve yeni okulun temel atma törenine katılıyoruz. Kurbanlar kesiliyor ve binanın karşısında yine bizi ağırlayan çadır var. Multan’da açılışta bir iki saat eğleşiyoruz. Yine kuru pasta şeklinde ikramlar yapılıyor. Sohbetler derinleşiyor. Türk kıyafetiyle bayan okul hocalarından birisi takdimcilik yapıyor. Adeta kendisini kıyafeti nedeniyle Türk sanıyoruz. Lakin İngilizce ve Urduca takdimleri ‘haza Pakistanlı’ olduğunu ortaya koyuyor. Türklerden ve kıyafetlerinden etkilenmiş ve bu tarz giyinmeye karar vermiş. Multan’dan yeniden Lahor’a doğru geliyoruz. Saat 21.00 sularında yeniden şehre giriyoruz. Artık aşinası olduk bize yolları ve yüzü tanıdık gelmeye başlıyor. Arkadaşlar bizi Pearl Continental Hotel’e getiriyorlar. Çantaları resepsiyona bıraktıktan sonra apar topar hemen yemeğe indiriyorlar. Burada hem yemek yiyor hem de İsmail Cingöz beyi dinliyoruz. Sonrasında kafiledeki milletvekilleri konuşuyorlar. Bize de işaret ediyorlar. Ben de bizim yaramaz Kevser’in hikayesinden ve rüyasından bahsediyorum. Sonra bir iki saat dinlenmek üzere odalarımıza çekiliyoruz. Ardından 01.30 sularında otelin lobisinde buluşuyor ve geride kalanlarla hararetli bir vedalaşma ile birlikte araçlarımıza biniyoruz. Almanya’dan gelenler kendi yollarına gidecekler. Pakistan’da kalanlar da yerlerine dönecekler. Biz ise Dubai üzerinden yeniden İstanbul’a merhaba diyeceğiz. Havaalanına giderken yine bıktırıcı güvenlik önlemlerinden geçiyoruz. Ardından kontrollerden sonra Dubai uçağına biniyoruz. Üç saat kadar uçtuktan sonra Dubai’ye varıyoruz. Birkaç saatlik vaktimiz var. Valizleri Binnur Şahinoğlu hanımın siyanet ellerine teslim ediyoruz. Bazı arkadaşlar elektronik araç gereç peşinde. Ben de bir iki kitapçı dolaşıyorum. Bu arada Dubai meşhurları aklıma düşüyor. Ayşe Arman-Dahi Halfan isimleri peş peşe aklıma üşüşüyor. Birisi twitleriyle birisi de röportajlarıyla ülkelerini ve dünyayı sallıyorlar. Aklıma düştü ya Dahi Halfan’ı twitleriyle Hürriyet’e transfer etsinler ya da Ayşe Arman Dahi Halfan’la periyodik olarak röportajlar yapsa. İkisinin meskeni de Dubai. Ararlarsa birbirlerini rahat bulurlar. İyi röportaj da çıkar. Dubai aklıma düştükçe bu ikilinin röportajlarını ısrarla bekleyeceğim. Eminim fantazilere bayılan Ertuğrul Özkök de bu röportajlardan çok keyif alır onun ötesinde hazza gark olur. Dubai’den bu kozmopolit duygularla ayrılıyorum.
Müsadenizle… Bitti…