'İmankırım: Çin'in bir milletin dini ve ruhunu öldürme teşebbüsü!'
Ömer Emre Akcebe Baran Haber'de yazdı: Bu çağın en sinsi tarafı, imankırımın artık yalnızca orada değil, dünyanın her yerinde, farklı dozlarda sürmesidir. Müslüman coğrafyanın şehirlerinde, okullarında, medyasında, aynı algoritma işlemektedir: İnsanı Allah’tan bağımsızlaştırmak. Doğu Türkistan belki de bu algoritmanın laboratuvarıdır; geri kalan dünya ise sessiz ortakları.
Ömer Emre Akcebe Baran Haber'de yazdı: Bu çağın en sinsi tarafı, imankırımın artık yalnızca orada değil, dünyanın her yerinde, farklı dozlarda sürmesidir. Müslüman coğrafyanın şehirlerinde, okullarında, medyasında, aynı algoritma işlemektedir: İnsanı Allah’tan bağımsızlaştırmak. Doğu Türkistan belki de bu algoritmanın laboratuvarıdır; geri kalan dünya ise sessiz ortakları.
Bu çağın en korkunç suçları artık yalnızca tanklarla ve toplarla işlenmiyor; sessiz bir laboratuvar gibi işleten sistemler, sınıflar, ekranlar ve zihinler üzerinden toplumların ruhunu hedef alıyor. Çin’in Doğu Türkistan’da yürüttüğü imha politikası da tarih boyunca görülmüş zulüm biçimlerinden farklı; çünkü bu kez hedef alınan, beden değil — iman ve kimliğin ta kendisi...
Batı’nın kolonyal geçmişinden tevarüs ettiği “medenileştirme misyonu” bugün Pekin’de yeniden dirilmiştir. Ancak bu kez sömürgecinin adı değişmiş, yöntemi incelmiş, hedefi derinleşmiştir. Eskiden madenler, topraklar, işgücü sömürülürdü; bugün inanç sisteminin köküne inen bir kültürel mühendislik yürütülüyor. Uygur Türkü’nün kalbinden imanı, zihninden Kur’an’ı, dilinden “Allah” kelimesini, kültüründen de Türklüğü söküp atmaya çalışan bu proje, klasik anlamda bir soykırım değil, bir “imankırım”dır. Çünkü burada hedef, insanın yaşama sebebini yok etmektir. Bir toplumu topluluk yapan inanç, gelenek, ibadet, sembol ve kelimelerin tamamı tahrip edilmekte; yerine steril, kimliksiz, devlet onaylı bir varoluş biçimi ikame edilmektedir. Bu yönüyle imankırım, ruh mimarisine yapılan cerrahi bir saldırıdır.
Kamp görüntülerine bakan biri, orada yalnız tutsakları değil, insan ruhunun nasıl yavaş yavaş çözüldüğünü görür. İnsana ait olan her şey — hafıza, dua, hayal — yeniden programlanmaktadır. Hacca gitmek, oruç tutmak, çocuğa dinî bir isim koymak; hatta sakal bırakmak bile “aşırılık” sayılarak cezalandırılırken, “iyi vatandaş” olmak imanla değil, kızıl Çin’e mutlak teslimiyetle ölçülmektedir. Ancak bu tablo yalnız Doğu Türkistan’la sınırlı değildir. Bu çağın en sinsi tarafı, imankırımın artık yalnızca orada değil, dünyanın her yerinde, farklı dozlarda sürmesidir. Müslüman coğrafyanın şehirlerinde, okullarında, medyasında, aynı algoritma işlemektedir: İnsanı Allah’tan bağımsızlaştırmak. Doğu Türkistan belki de bu algoritmanın laboratuvarıdır; geri kalan dünya ise sessiz ortakları. Pekin’in yaptığı şey yalnızca bir milleti bastırmak değil, imanın siyasî, sosyal ve ferdî gücünü nötralize etmektir. Çünkü iman, insanın baş eğmeyen tarafıdır. O baş eğmediğinde hiçbir tiran huzur bulamaz. Bu yüzden Çin, “güvenlik” ve “modernleşme” bahanesiyle iman merkezini hedef alır. Çünkü bilir: İmanın olduğu yerde, korkunun saltanatı kurulmaz.
Ve biz, dünya olarak bu cinayeti seyrediyoruz. Uydu görüntülerine, insan hakları raporlarına, Birleşmiş Milletler toplantılarına sıkışmış bir vicdanla izliyoruz. Oysa orada olan, aslında insanın geleceğidir.
Sessizlik Suç Ortaklığıdır
Doğu Türkistan’da yaşananlar gözlerimizin önünde cereyan ediyor; ama dünya sessiz. Sosyal medya paylaşımları, birkaç basın açıklaması, kınama cümleleri… Bunlar yetmiyor. Çünkü sessizlik, zulme ortak olmaktır. Görünür acılara tepki göstermek kolaydır; gözümüzün önünde bombalar patladığında veya şehirler harabeye dönüştüğünde hissedilen öfke hemen harekete dökülür. Ama görünmez acılar, ruhu hedef alan bir savaş, zihnimizin ve kalbimizin sınırlarını zorladığında, tepki göstermemek bir tercih değil, felakettir.
Müslüman, yalnızca bedeniyle değil, ruhuyla da sorumludur. Gazze’de bir bomba düşerken hissedilen öfke, Doğu Türkistan’da bir çocuğun ana dilinden koparılması karşısında da aynı yoğunlukta olmalıdır. Çünkü iman ve beden bir bütündür. Bedene düşen kıymık ne kadar görünürse, ruhun yaralanması da o kadar derindir. Birinin hafife alınması, diğerini hafifleştirmez; tam tersine, her yara daha da derinleşir. Maalesef, Müslüman toplumlar bu sorumluluğu hâlâ tam anlamıyla içselleştirmiş değil. Tarihsel misyonunu unutmuş gibi davranıyor. Acıyı yalnızca izlemekle yetiniyor, vicdanı kısa süreli duygusal tatminle uyuşturuyor. Oysa iman, kalpte taşınan bir his değil, eyleme dönüştürülen bir sorumluluktur. “İnandık” demek yeterli değildir; inandığını doğrulamak ve onu yaşatmak gerekir.
Futbol tribünleri bile, kaybedilen bir maçta strateji geliştirir, yönetimi eleştirir, kolektif bir irade ortaya koyar. Ama ümmet meselelerinde çoğu zaman yalnızca seyirci kalır. Yüz binlerce kardeşinin inancı hedef alınırken, milyonlarca Müslüman yalnızca gözlemci rolünde kalıyor. Bu, imanla yaşayan bir toplum için kabul edilemez.
Doğu Türkistan’da yürütülen imankırım politikası, yalnızca bir milleti değil, tüm Müslüman dünyasını hedef alan bir model inşa ediyor. Teknoloji, gözetim, kültürel mühendislik ve psikolojik baskının birleştiği bu model, yarının “kontrollü Müslüman toplumu” planıdır. Dolayısıyla Uygurlara sahip çıkmak, sadece bir dayanışma eylemi değil; kendi geleceğini korumak için bir zorunluluktur.
Müslüman gençliğin görevi yalnızca üzülmek yahut alkış tutmak, şakşakçılık değildir. Düşünmek, anlamak ve harekete geçmek gerekir. Çünkü ruh teslim olmadan bedenin korunması mümkün değildir. Bu çağ, sadece izleyerek değil, irade göstererek, sorumluluk üstlenerek yaşanmalıdır.
Doğu Türkistan’da İmankırımın Gerçekleri
Doğu Türkistan, Çin’in resmi adıyla Xinjiang Uygur Özerk Bölgesi, bugün sadece coğrafî bir isim değil; bir laboratuvar, bir deney alanıdır. Burada yürütülen politikalar, yalnızca bir güvenlik tedbiri veya ekonomik kalkınma programı değildir; bir halkın inanç, kimlik ve kültürel varoluşuna yönelik sistematik bir saldırıdır. Kamplar, zorunlu eğitim ve gözetim bu politikanın en görünür yüzüdür. “Yeniden eğitim merkezi” adı verilen kamplarda, yüz binlerce Uygur ve diğer Müslüman azınlık, zorla tutulmakta, günlük yaşamları devletin ideolojik hedeflerine göre biçimlendirilmektedir. Uluslararası hak örgütlerinin raporları, bu merkezlerde eğitim adı altında psikolojik baskı, gözetim ve ideolojik yönlendirme uygulandığını ortaya koymaktadır. Kamplardan çıktıktan sonra bile eski tutuklular, uzun süre gözetim altında tutulmakta; ailelerinden koparılan çocuklar devlet kurumlarına yerleştirilmektedir. Bu yöntemler, sadece bedeni değil, ruhu da hapseder.
Kimlik silme ve kültürel asimilasyon stratejisi, dil ve tarih üzerinden yürütülmektedir. Ana dilde eğitim hakları ciddi şekilde kısıtlanmakta, Mandarin-Çince eğitim programları baskın hâle gelmektedir. Yer adları değiştirilmekte, dinî semboller ve ibadet yasaklanmakta veya kriminalize edilmektedir. Böylece bir nesil, kendi kültürel hafızasından ve dinî köklerinden koparılmaktadır.
Dinî özgürlüklerin kısıtlanması, imankırımın en temel göstergelerinden biridir. Camiler kapatılmakta, ezan ve salâlar susturulmakta; dinî liderler ve cemaat önderleri gözetim altında tutulmaktadır. Birleşmiş Milletler ve çeşitli insan hakları örgütleri, kampların özgürce ibadet alanları olmadığını ve tutuklamaların keyfi olduğunu raporlamıştır.
Aile yapısının hedef alınması da sistemin bir parçasıdır. Çocuklar ailelerinden koparılarak devlet kontrolündeki yurtlara veya eğitim merkezlerine yerleştirilmektedir. Bu uygulama, sosyal hafızanın ve dinî kuşak aktarımının kesilmesi anlamına gelir. Ayrıca biyometrik veri toplama, hareket takibi ve dijital gözetim sistemleri, sadece fizikî değil, ruhî ve zihnî boyutta da baskı yaratmaktadır.
Tüm bu uygulamalar, yalnızca bir güvenlik veya kültürel politika meselesi olarak geçiştirilemez. Uluslararası raporlar, Çin’in uygulamalarını “soykırım” ve “insanlığa karşı suç” kapsamına dahil etmektedir. Ancak bu raporlara rağmen güçlü, koordineli bir uluslararası müdahale gerçekleşmemiştir. Bu sessizlik, imankırımın sürekliliğine hizmet etmekte, hukukî ve ahlâkî bir sorumluluk, düzen boşluğu yaratmaktadır.
Özetle, Doğu Türkistan’da yaşananlar, sadece uzak bir coğrafyanın sorunu değildir. Bu, bir Müslüman’ın inanç ve kimliğine yapılan doğrudan bir saldırıdır. Her Müslüman, dünyanın neresinde olursa olsun bu zulmün farkında olmalı ve buna karşı kolektif bilinçle hareket etmelidir. Sessiz kalmak, yalnızca oradaki halkı değil, kendi ruhunu da tehlikeye atmak anlamına gelir.
Tribünlerden Aksiyon Sahasına: Müslümanların Sorumluluğu
Müslüman dünyanın en zayıf noktası, zulmü görmezden gelmek değil; ona karşı ne yapılacağı konusundaki dağınıklıktır. Her yeni katliam, her yeni işgâl, her yeni insan hakları ihlâli sonrasında tekrarlanan refleks aynıdır: Sosyal medya paylaşımları, birkaç gün süren öfke, birkaç protesto, ardından yeniden sessizlik. Bu döngü, çağımızın en tehlikeli uyuşturucusudur: hissî tatminle vicdanî görevini tamamladığını sanma hali. Gazze’de bombalar yağarken meydanlar doluyor, Doğu Türkistan’da sessiz kamplar kurulurken birkaç basın açıklamasıyla yetiniliyor. Müslüman kitleler, varoluş misyonlarını unutmuş gibi görünüyor: Seyirci halet-i ruhiyesiyle hareket ediyorlar. Oysa iman, kalpte taşınan bir his değil; aksiyona dönüştürülen sorumluluktur. Kur’an, “inandık” demeyi yeterli görmez; inancın doğrulanmasını, yani aksiyona geçilmesini şart koşar.
Futbol tribünlerini düşünelim: Maç kaybedildiğinde taraftarlar organize olur, strateji konuşur, yönetimi eleştirir. En azından bu kadarcık da olsa bir dinamizm, ümmet meselelerinde de olmalıdır. Yüz binlerce kardeşinin inancı hedef alınırken, milyonlarca Müslüman yalnızca gözlemci kalıyorsa, iman sahasında felaket vardır. Bu yalnız ahlâkî bir eksiklik değil, aynı zamanda stratejik hatadır.
Doğu Türkistan’daki imankırım yalnızca Uygurlar’ı değil, tüm Müslüman coğrafyayı ilgilendiren bir model inşa etmektedir. Teknoloji, gözetim, kültürel mühendislik ve psikolojik baskının birleşimi, yarının “kontrollü Müslüman toplumu” planıdır. Bu nedenle Uygur halkına sahip çıkmak, yalnızca dayanışma değil; Müslümanların kendi geleceklerini de koruma eylemidir. Müslüman, acıya sadece üzülmekle yetinmez; düşünür, anlar, planlar ve eyleme geçirir. Çünkü ruh teslim olmadan beden korunamaz. Bugün gençliğin görevi, yalnızca vicdanını rahatlatmak değil, irade sahanına çıkmak ve strateji üretmektir.
Uluslararası Boyut
Doğu Türkistan’daki imankırım, sadece Çin’in iç politika sorunu değildir; tüm Müslüman dünyasını ilgilendiren küresel bir meseledir. Türkiye’nin doğrudan müdahalesi bugün jeopolitik nedenlerle sınırlı görünse de, pasiflik mazeret olamaz. ABD ve Batı ülkeleri, Çin ile ilişkilerini kendi çıkarları çerçevesinde yönetmektedir; Müslümanların görevi, bu konuyu ahlâkî ve vicdanî bir zemine taşımak ve Batı kamuoyunu tıpkı Gazze meselesinde olduğu gibi şuurlandırmaktır. Stratejik eylem, yalnızca diplomasiyle sınırlı değildir; sivil toplum, medya ve fikir dünyasında da yürütülmelidir. Uluslararası alanda etkili kampanyalar, görünür ve görünmez zulmün fark edilmesini sağlamalı, vicdanî ve hukukî bir sorumluluk şuuru pekiştirmelidir. Ayrıca, Amerika ile Çin arasındaki gerilim fırsat bilinerek, Donald Trump’ın eline Doğu Türkistan dosyası bir silah gibi tutuşturularak, yaşanan imankırımın bütün dünyanın gözüne sokulması sağlanabilir.
*
Doğu Türkistan’da yaşananlar, görünür görünmez zulmün birleştiği bir sınavdır. Gazze’de beden, Doğu Türkistan’da ruh hedef alınmıştır; her ikisi de eşit derecede ağırdır. Müslümanlar, yalnızca duygudaşlıkla yetinemez; düşünmek, anlamak ve irade sahasına çıkarak eylem planları geliştirmek zorundadır. Ruhumuzu teslim etmeden önce, bedenimizi ve imanımızı savunmak zorundayız. Sessizlik ve seyircilik, hem ferdî hem toplumsal felaketi derinleştirir. Her Müslüman, dünyanın neresinde olursa olsun, iman ve kimlik saldırılarına karşı sorumludur.
Aylık Baran Dergisi 45. Sayı Kasım 2025