Nahıl ustaları ve minare boyu nahıllar
Dedik ya, bozulma sürecinin çocukları olarak kendimizi “Noel Ağacı”na o denli kaptırmışız ki, “Nahıl Ağacı”nı unutmuşuz!
Oysa Arapçada “hurma ağacı” anlamına gelen nahıl, Osmanlı düğünlerinin vazgeçilmez süsüydü (Anadolu’nun bazı yerlerinde hâlâ yaşıyor). İskeletleri demirden yapılır, çevresine çengeller asılır, çengellere süsler takılırdı.
Her isteyen nahıl yapamazdı. Tıpkı mahya ustaları gibi, İstanbul’da nahıl ustaları vardı. Evliya Çelebi’ye göre, bunlar 55 kişiydiler. Herkesin yapamadığı bir işi yaptıkları için de itibarlıydılar.
Uzun bir sırık düşünün. O kadar uzun ki bazıları “minare boyu” (25 metre filan) olsun. Üzeri simli ipler, aynalar, gümüş yapraklar, renkli kâğıtlar, altın yaldızlı süsler, balmumu rengârenk meyveler, çiçekler ve değerli taşlarla süslü olsun…
İşte bu “Nahıl Ağacı”dır.
1612’de Sultan I. Ahmed’in (Sultanahmet Camii’ni yaptıran Peygamber sevdalısı Padişah) iki kızı ve bir kız kardeşinin düğününe şahit olan meşhur Avusturyalı tarihçi Hammer, düğünde taşınan onlarca nahılın güzellik ve ihtişamından ayıla-bayıla söz eder.
Bir grup Mısırlının ellerindeki tefleri çalıp türlü taklitler yaparak düğün alayına eşlik ettiklerini, insanların müthiş eğlendiğini anlatır.
O zaman anlarsınız ki, Osmanlı meşruiyet içinde eğlenmeyi bilen bir milletti.
Her milletin pek tabii geçmişiyle harmanlanmış bir “eğlence kültürü” vardır. Kendi “eğlence” kültürleri çerçevesinde elbette Osmanlılar da zaman zaman eğlenmişlerdir. Ancak bazı gazetelerle televizyonların yanı sıra, bazı kurum ve kuruluşların dayattığı “ramazan eğlenceleri” bu kavramın dışındadır. Osmanlı asırlarında “Ramazan eğlenceleri” denilen bir eğlence türü yoktur.
Sonradan uydurulmuş ve âdeta toplum bununla terörize edilmek istenmiştir.
Osmanlı asırlarında “ramazan”la bugünkü anlamda “eğlence”yi birlikte telaffuz etmek dahi akla ziyan sayılırdı. Neden derseniz, ecdadımız, ramazanı bir “eğlence” aracı olarak görmez, günahlardan arınmanın vesilesi sayardı.
Sözün burasında belirtmeliyim ki, Osmanlılar dahil, herkes ve her kesim için eğlenmek bir ihtiyaçtır. Ancak “eğlenebilme” özelliği kişiden kişiye, toplumdan topluma değişir. Bir milletin eğlenme türü başka bir millet için sıkıcı olabilir. Bu konu tamamen insanların keyif alma biçimleri ve kendilerini mutlu hissetmeleriyle ilgilidir.
Bu bağlamda Osmanlı ceddimiz de pek tabii eğlenirdi. Ama bugün bizim “eğlence”den anladığımızla onların anladıkları farklıydı.
Onlarda, eğlence anlayışı dâhil, hayatın tüm sınırlarını inançlar belirlemişti: Her tür yaklaşımda “dini meşruiyet” aranırdı. Dindışı her davranış sadece “günah” sayılmaz, yanı sıra “ayıp” da sayılırdı. Toplumun şekillenmesi böyleydi.
İnsan hayattan daha çok keyif alıp rahatlamak için eğleniyorsa, bunun farklı ve değişik pek çok yolu vardır: Meselâ Osmanlı ceddimiz ibadet ve kulluktaki zevki keşfetmişti. Bu zevki keşfedince ibadet keyfe, hayat da ibadete dönüşür.
Osmanlı ceddimizden başka hiçbir toplum, hiçbir dönemde, ibadeti böylesine bir keyfe dönüştürememiştir.
Tekkelerde yapılan toplu “âyin”lerden tutunuz, ailece yapılan zikirlere, oradan selatin camilerinde kılınan teravihlere, ramazanlarda fener alaylarının Kur’an ve ilahi eşliğinde yaptıkları geçişlere, Cuma namazları sonrasında gerçekleştirilen görüşme seremonilerine kadar, hayat özü ibadet ve taat olan bir eğlenceye dönüştürülmüştü.
Aynı dönemde, diğer sıradan eğlencelere de birer sosyal aktivite mahiyeti kazandırılmıştı: Geleneklerin sürmesine, inançların tazelenmesine, değer yargılarının, törelerin kökleşmesine hizmet ederdi.
Ayrıca her eğlencenin toplumsal bir işlevi vardı. Meselâ cirit gibi spor mahiyetli karşılaşmalar, devamlı savaşan bir yapıya sahip olan Osmanlı insanının yeteneklerini koruyucu ve geliştirici bir rol oynardı. Böylece insanlar eğlenirler yeteneklerini geliştirirler, dönem gereği her zaman çıkması muhtemel savaşlara hazırlanırlardı...
Osmanlı ordusu, bir dönem Batılı gezginlere “cıva gibi akıcı ve yakıcı bir ordu” benzetmesi yaptıran hızlı hareket kabiliyetini kısmen bu oyunlara borçludur.
O dönemin Avrupa’sında böyle şeylerin görülmediği de bilinmektedir.